Fransız yapısal antropolojisinin öncü ve abide ismi Claude
Lévi-Strauss, dilin onu kullanana, bir metnin de onu üretene
“yapısal” aşkınlığını anlatmak istercesine, “Çalışmam bende benim
bilmediğim düşünceler olduğunu ortaya çıkardı” demiştir.
Gazete Karınca’da Emre Tansu Keten’in birkaç hafta önce raflarda
yerini almış olan kitabım “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler
Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları) üzerine
önceki gün kaleme aldığı yazıyı okuduğumda bu sözleri
hatırladım.
Elbette bir eser, onu yaratanın elinden çıktığında artık onun
olmaktan da çıkar.
Kitapçı raflarında yerini almış bir kitap, artık yazarının
değildir. Kitabın hakkı, okurundadır ve artık yazara söz
düşmez.
O yüzden kitabımla ilgili yazılanları, yapılan değerlendirmeleri,
getirilen eleştirileri elbette saygılı bir sessizlikle takip
etmekten öte bir şey yapmamam gerekir... di!
Ama olmadı. Emre’nin yazısı karşısında sessiz kalamadım.
Çünkü Emre yazdıklarımı öyle bir süzgeçten geçirmiş ki yukarıda
kaydettiğim şekilde Lévi-Strauss’un sözlerini çağrıştırırcasına
adeta kendi çalışmamdan benim bilmediğim düşünceleri öğrenme
noktasına getirdi beni!..
Kitabımın derdinin ne olduğunu benden daha becerikli anlatmış
o.
Bir anlamda bana, beni, benden daha yetkin anlatmış.
Sayesinde yazdıklarımdan yeni şeyler öğrendim!
Burada onları paylaşmak istiyorum. Benim satırlarıma doğrudan
göndermeleri veya aynen yapılmış aktarmaları dışta bırakarak, onun
özgün ve geliştirici katkı mahiyetindeki satırlarına yer
vererek...
Ve elbette şükranla!..
***
“Atay dinbaz kelimesini AKP tarafından şekillendirilen yeni
nesil İslamcılığı tanımlamak için kullanıyor. 80’lerde vücut bulan,
90’larda büyüyen radikal İslamcılığın, iddialarından bir bir
vazgeçerek, tutunduğu iktidar koltuğundan düşmemek için yaptıkları
her şeyi meşrulaştıran bir noktaya gelmesinin hikâyesini
anlatıyor.
Burada değişen sadece AKP’li yöneticiler ve onların çevresi değil,
kendisini mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan
tabandır da. Post-İslamizm olarak da adlandırılan bu süreçte,
dindarlık daha önce olmadığı kadar görünürlük ve meşruluk
kazanırken, kapitalist işleyişe ve onun gereklerine olan tahammül
de olağanüstü derecede artmıştır.
Hatta denilebilir ki, kâr arayışının her şeyi meşrulaştırdığı, her
şeyden öncelikli hale geldiği abdest aldırılmış bir kapitalist
düzendir söz konusu olan. Örneğin, faizle çalışan bankaların
reklamlarını almanın, en az faizle para kazanmak kadar günah
görüldüğü 90’lardan, bırakın banka reklamlarını, ‘İddaa’ (yani
kumar) reklamlarının Yeni Şafak’ta tam sayfa yayımlandığı günlere
gelinirken, İslamcı camiada kayda değer bir itiraz
yükselmemiştir.