İki adam düşünün…
Bir tanesi savaş meydanında
aldığı yaradan dolayı bacağı kesilmiş hâlde kızıla boyanmış sedyede
yatıyor.
Diğeriyse dünyanın en güzel
sahillerinden birinde şezlonga uzanmış, meyve kokteylini
yudumlayarak kızıla boyanmış ufku seyrediyor.
Sizce bunların hangisi daha
mutlu diye sorsam ne cevap verirdiniz?
Siz cevabı düşünedurun, ben
devam edeyim...
Fark var
Mutluluk ve haz arasındaki
farkı kaçırıyoruz çoğu zaman.
Kısa zaman dilimlerinde yaşanan
sevinçler ve yoğun duygular hazdır. Mutluluk ise insanın hayatının
geneline yayılan, anlık dalgalanmalardan bağımsız olma
hâlidir.
Mesela restoran hazzı, sofra
mutluluğu temsil eder.
Haz kahkahadır, mutluluk
tebessüm.
Mutluluğu sıkıntısız bir hayat
olarak görenler, arkalarında dert, tasa ve sıkıntılar, önlerinde
hayalini kurdukları mutluluk bir ömür koşarlar.
İnsan dert ve sıkıntılardan
kaçmaya çalıştıkça, mutluluk da hızlanarak arayı açar.
Kaçarak ve kovalayarak geçen
bir ömrün sonunda da birçok insan mutsuz ve yorgun bir şekilde
ölür.
Hâlbuki mutluluk, sıkıntısız ve
engelsiz bir hayat değil, sıkıntılarla başa çıkabilecek, engelleri
aşabilecek bir duruşa sahip olabilmektir.
Sıkıntıyı sabırla, sevinci
şükürle karşılayan ve tevekkülü elden bırakmayanlar, anlık
dalgalanmalardan etkilenmeyecek kadar güçlüdürler.
Çünkü onlar için mutluluk,
Montesquieu'nin dediği gibi, varılacak bir istasyon değil, bir
yolculuk şeklidir.
İnsan bütün yatırımını bu
dünyaya yapar ve ahiretini hiç düşünmezse ya acı ve kederin ya da
can sıkıntısı ve hiçliğin pençesinde çırpınır durur.
Hayalini kurduğu o mutlu günler
de bir türlü gelmek bilmez.
Çünkü kısa vadeli hesaptan,
uzun vadeli mutluluk beklenmez.
Gelelim başta sorduğumuz
sorunun cevabına…
İnandığı dava uğruna savaşan
bir insanın gündeminde kaybettiği bacağı değil, kazandığı onuru
vardır. Bu yüzden bütün bedeni acıyla kaplıyken bile ruhu bir göl
kadar sakin, kalbi gökyüzü kadar geniştir.
Ama varoluş gayesinden
habersiz, hedefsiz ve sığ bir hayat yaşayanların, dünyanın en güzel
sahilinde de olsa kalbi sıkışır. Maddi imkânların genişliği, ruhun
daralmasını önleyemez.
İnsanı bedenden ibaret
görenlerin kalbi, göğüs kafesinde hapistir.
Mutluluğun tarifini yaparken,
zahire aldanmamak lazım.
Çünkü mutluluk vitrinle değil,
fikrin ve zikrinle ilgilidir.
Et, kan ve kemik
İmamı Gazali hazretleri ebedi
saadetin eşsiz tarifini verirken şöyle diyor;
“Beden ile kalp arasındaki
ilişki hacı ile deve arasındaki ilişki gibidir. Hacı, ahiret için
Kâbe’ye varıncaya kadar devenin yemini ve diğer ihtiyaçlarını temin
edip deve ile ilgilenmek zorundadır. Kâbe’ye varınca onun
sıkıntısından kurtulur. Ancak hacının yolda devesiyle ilgilenmesi
lüzumu kadar olmalıdır. Çünkü bütün vaktini onun yem ve diğer
ihtiyacını tedarik için harcarsa kafileden geri kalıp helak olur.
Bunun gibi eğer insan bütün ömrünü bedenin kuvveti için sarf etse
kendi saadetinden mahrum olur...”
“Kötü sandığın çok şey
vardır ki senin için iyidir. İyi sandığın çok şey vardır ki senin
için kötüdür. En sağlıklı yol takdiri kabullenmen ve her hâle şükür
diyebilmendir..."
“Dış görünüşe pek aldanma.
Çünkü insan, kalbiyle, düşüncesiyle ve diliyle adamdır, kıyafetiyle
değil. Benzi sarı, zayıf kimseleri hor görme. Çünkü insan iki küçük
et parçasıyla ölçülür: Kalbi ve dili. Öyleyse insanların bu iki
değerinden faydalanmaya çalış; gerisi et, kan ve
kemiktir..."
Mutluluğun resmi
Demek ki insanın ruhu
hastayken, bedenin sıhhati bir işe yaramaz.
Nefsiyle tanışmayan kişi de
hayatta kendisiyle barışamaz.
İmamı Gazali hazretlerinin bu
üç paragrafla oluşturduğu paha biçilemez tablodan haberi olmayan da
mutluluğun resmini falan yapamaz.
Nokta!