Turgut Özal, 1983’te Başbakan
olduğunda arka arkaya yaptığı reformlarla fırtına gibi esmişti. O
reformlarından biri de “yabancılara mülk satışı”ydı. Başbakan Özal,
bunları yapıyor fakat vesayetçi statüko, diş biliyordu. ANAP bir
bakıma kazaen işbaşına gelmişti. Vesayet ise kırk kollu ahtapot
gibi yolları tutmuştu. Her şeyden evvel 12 Eylül askerî idaresi
bütün kibriyle tepedeydi. Asker, başına buyruktu. Ancak; layüsel
veya başına buyruklar kümesi askerden ibaret değildi. Yargı,
sermaye, üniversite, medya, odalar ve bir parça gücü olan,
arkasında sırtını dayayacak bir duvar parçası bulunan resmî-gayrı
resmî her kurum ve kuruluş aynı zorbalıktaydı.
Hükûmetse, ülkeye para girişi,
turist gelmesi, ihracat derdindeydi. Turgut Özal, dünyayı tanıyan
bir devlet adamıydı. Biliyordu ki Londra, Madrid gibi
başkentlerdeki gayrimenkullerin çok ciddi bir yüzdesi Araplara
satılmıştı. Batılı başkentlerde ev, villa vs. alan Arap zenginler,
tatil aylarında buralara âdeta göçüyorlardı. Batılı devletler,
Müslüman Araplardan deve yüküyle para kazanmaktaydı. Özal Hükûmeti,
bu sebeple yabancılara mülk satışının önünü açtı. Eski Sovyet
ülkelerine de tarihî husûmetleri bir kenara bırakarak bavul
ticareti kapısını araladı. Ne var ki bir süre sonra devrin yargı
vesayet patronu Anayasa Mahkemesi, yabancılara mülk satışına ruhsat
veren kanunu anayasaya aykırı bularak iptal etti. Mahkeme, vatanın
satıldığı gibi bir havaya kapılmıştı. Diğer taraftan Laleli semti
de kendiliğinden inanılmaz çapta bir bavul ticareti merkezi hâline
gelmişti. Hem Slav ve hem de Arap turistler Laleli’yi sevmişlerdi.
Esnaf, adi kartonlara Arapça reklamlar da yazmaya başlamıştı.
Müşteri çekmek istiyorlardı. Bir gün bir haber okuduk. Gazetelerden
biri o Arapça kartonları haber yapmıştı. Çağdaş Türkiye’de bu ne
gericilikti? Orada da kalınmadı. Arap turisti taksici başka,
emlakçı başka aldattı. Onlar da göçmen kuşlar gibi çekip gittiler.
Para da piyasadan çekildi. Biz, kendi kendimizle baş başa kaldık.
Bir miktar Arap turist, sadece Yalova’yı terk etmedi…
AK Parti iktidarı işbaşına
gelince Arap, Rus, Balkan turistleri yeniden gelmeye başladılar.
Yabancılara mülk satışına yine imkân tanınmıştı. Satılan
gayrimenkullerle esaslı bir sermaye girişi oldu. Arap turistler,
dönmüştü. Sadece Yalova değil, Karadeniz sahilleri de muhafazakâr
Arap aileleriyle doldu.
Bu arada Suriye iç harbi patlak
verdi. Milyonlar, Türkiye’ye aktı. Bunlar yaşanırken ama gafletten
ama kasıttan bir saptırma da gündemi işgal etti. Sanki gelen her
Suriyeli dilenciymiş gibi bir hava estirildi. Oysa bir miktar
gariban, dilenme mecburiyetinde kalmıştı ama kendini Suriyeli gibi
gösteren yerli dilenci mafyası da işbaşı yapmıştı. Hakikat ise
şuydu ki bu dilenme meselesi, bir gerçeği perdelemişti. İç savaş
çıkınca Suriye’den önemli sayıda zengin, Türkiye’ye gelmiş evler,
plazalar, dükkânlar almış, iş yerleri açmış ve piyasaya can suyu
olmuşlardı. Hâl bu iken birtakım şovenler “Suriyeli” derken nefret
saçıyorlardı. Onlar, ne yazık ki hâlâ aynı kafadalar. Bu tedavilik
bir durumdur. Belki; Yahya Kemal Beyatlı’nın tamı tamına yüz sene
evvel yazdığı şu satırları okurlarsa kendilerini sorgularlar.
Bakınız yüz yıl önce bugünlerimize ne kadar
benzemekte;
-Rusya’dan bu kadar muhacir
geldi, bu muhacirler, daha gelir gelmez hicretlerinin bu
merhalelerinde derlendiler, toplandılar, debdebeli lokantalar,
oteller, pansiyonlar, kulüpler mi açmadılar? Mektepler mi tesis
etmediler, İstanbul’da bir Rus darülfünunu açmağa mı başvurmadılar,
Fransızca gazeteler mi çıkarmadılar? Ah bu ne harikulâde bir
teşebbüs kudretidir yarabbi?
.....