Evvela şunu belirtelim ki
şahısçılık, şuculuk-buculuk yapmak gibi bir niyetimiz yoktur. Bir
devrin devlet adamını, kendi zamanından koparıp yaşadığı çağdan
geriye veya ileriye doğru bir başka isimle çatıştırmak da doğru
değildir. Her vak’a ve o vak’aların failleri kendi zaman, zemin ve
şartları içinde değerlendirilir. Kıymet hükmü buna göre
verilir.
Keza devletin idare tarzı her
ne olursa olsun hiçbir devlet adamı, kusurdan, hatadan münezzeh
değildir. İnsanın günahsızlığı mümkün olmayacağı gibi unvanı, Han,
Hakan, Sultan, Padişah, Reis-i Cumhur veya Vezir-i azam, Sadrazam,
Başvekil, Başbakan yahut, nazır, vekil, Bakan vs. olması da hatadan
azadelik anlamına gelmez. İcraat varsa kusur olur.
Bu hakikat, herkes tarafından
bilinir ama herkes tarafından kabul edilmez. Galiba yalnızca bizde
değil, şark milletlerinin tamamında övmekte ve yermekte sınır
tanımazlık, bir türlü bu toprakları bırakıp gitmeyen kötü bir
alışkanlıktır.
Bizim hayat tarzımızda doğum
günü kutlaması vardır. Fakat ölüm günü töreni yoktur. Sevgili
Peygamberimizin -aleyhisselam- doğumlarıyla âlemleri
aydınlattıkları takvim olan Rebi’ül evvel ayının 11-12’nci gecesi
kendilerini anarız. Buna “Mevlid-i şerif” yahut “Mevlid-i Nebi”
denir. Bizzat da doğum günlerini kutlarlardı. Hâlbuki ölenlerin
arkasından yas tutulmasını menetmişlerdi.
10 Şubat 1918, Osmanlı devlet
dilindeki adıyla Sultan Abdülhamid-i Sani’nin, II. Abdülhamid
Han’ın vefat tarihidir. Kendisi ve ailesi, nezaret altında
tutulduğu Beylerbeyi Sarayı’nın ancak iki odasını
kullanabiliyorlardı. İslam Halifesi ve Devlet-i ali Osman’ın
Hükümdarı Sultan, bu Saray’da hürriyetinden mahrum iken dar-ı
bekaya irtihal eyledi.
Abdülhamid Han’ın babası,
Abdülmecid Han ve annesi Tirimüjgan Kadınefendi’dir. 21 Eylül 1842
tarihinde dünyaya gelmiştir. Annesini küçük yaşta kaybetti. Öksüz
kalan Şehzade Efendiyi, Rahime Perestu Kadınefendi, öz annesini
aratmayacak bir ihtimamda yetiştirdi. Bu kadirşinas Hanım, son
Valide Sultandır.
Abdülhamid Han, 31 Ağustos
1876’da Cülus etti, tahta geçti. Selefleri ve halefleri gibi
Türklerin Hakanı, Müslümanların Halifesi ve bütün teb’anın/
vatandaşların Sultanıydı. Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasi ilan etmek
şartıyla tahta oturabilmişti. İlk 1,5-2 yıl ipler Midhat Paşa
Cuntasının elindeydi. Bu sebeple o yıllarda kötü gidişata müdahale
edemedi. Cunta, devleti 1877 Türk Rus Harbine soktu. Tarihteki en
büyük kaybımızı yaşadık. 1878’de Meclis-i Meb’usanı kapattıktan
sonra devletin hâkimiyetini ele aldı. 93 Harbi denen Türk-Rus
Harbi’nin zararlarını asgariye indirmek için büyük bir maharetle
diplomatik zekâsını kullandı. İmparatorluğun her köşesinde, sağlık,
ulaşım, maarif, millî müdafaa ve bayındırlık başta olmak üzere
müthiş bir kalkınma seferberliği başlattı. O gün inşa edilen yol,
hastane, mektep ve binalar bugün de kullanılmaktadır.
Çanakkale ve Kurtuluş
Harplerimiz, savunma harpleridir. Son taarruz harbimiz, 1897
tarihli Türk-Yunan veya Teselya denen harptir. Yunanlılar hudut
ihlalinde sözden anlamayınca tekdir şart olmuş, Padişah orduya
Atina’yı işaret etmiş yüz bin kişilik Mehmetçik, kısa zaman
zarfında Atina kapılarına dayanınca Rusya ve Avrupa devletleri
araya girerek Yunanlıların harp tazminat ödemesi karşılığı sulh
yapılmıştır.
23 Temmuz 1908’de Meşruti
idarenin yeniden yürürlüğe girmesi üzerine hâkimiyet yine Hakan’ın
elinden çıktı. 31 Mart İsyanı denen 27 Nisan 1909 darbesiyle hal
edildi, devrildi. Selanik’ten gelen Harekât Ordusuna müdahale
ettirmedi. Almancı Cunta İttihadçıları, Halifeyi Selanik’teki
Alatini Biraderlerin köşküne sürerek burada nezaret altında tutup
dünya ile irtibatını kestiler.
Abdülhamid Han, devleti,
İttihadcılara bırakma mecburiyetinde kaldığında memalik-i şahane,
ülkenin topak varlığı, 5 milyon km2 idi. Sultan, idareyi kendinden
gasbeden emek ve ekmeğiyle büyümüş bu romantik subay, milis ve
cuntacılar için şöyle demişti:
-Deveti, 10 sene idare etsin,
bir asır idare ettik desinler!
Nitekim, bu malum isimler,
Alman oyununa düşerek devleti lüzumsuz yere Harb-i Umumiye
sürüklediler. 1918 senesine kadar devleti batırmış olarak her biri
bir ülkeye kaçıp gittiler.
Selanik’in, düşman eline geçme
tehlikesi belirince, Hükûmet, eski Sultanı, Beylerbeyi Sarayı’na
nakletti. Vefat ettiği yer de burasıdır. Vefat haberi ilkin
Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya bildirildi. O da Sultan Reşad’a
telefonla arz etti. Mevtayı, gasil ve tekfin işi Topkapı Sarayı’nda
yapıldı.
Padişah, defin için II. Mahmud
Türbesini münasip görmüş, merhum Sultanın ailesi ise Fatih Camii
haziresini istemişti. Enver Paşa’nın bunu uygun bulmadığı
nakledilir.
Abdülhamid Han, dedesi II.
Mahmud Han’ın türbesine defnedildi. Ahalinin cenaze merasim ve
namazına iştiraki, muazzam sayılardaydı. Divanyolu Caddesi’nden
sanki insan seli akıyordu. Ağaçların üstü bile salkım-saçak
dolmuştu. Şefkatli bir Baba kaybedilmişti. Tahammül edilen yokluk
ve yoksulluk anlatılır gibi değildi. Aziz vatan, tarumar
ediliyordu. Bunları yaşayan millet, o gün gözyaşları içinde
hançeresini paralarcasına “Sultanım, bizi bırakıp da nereye
gidiyorsun?” diye haykırıyordu…
Milletin ve ümmetin çok sevdiği
Sultan, tahttan çekilmek zorunda kaldıktan sonra iç ve dış
muhaliflerinin ağır hakaretlerine maruz bırakıldı. Kızıl Sultan,
müstebit, cimri, vehimli gibi insaf ve vicdan dışı sözlerle
kalplerden silinmek isteniyordu. İşin kötüsü, bu hakaretler ders
kitaplarında da yapıldı. Aslında O büyük Padişahın şahsında
Osmanlıya hakaret ediliyordu.