O muhteşem mabedin adı, Devlet-i ali Osman’da yalnızca
“Ayasofya” değil; “Ayasofya-i kebir Cami-i şerifi”dir...
Bu ulu cami, devletin 1 numaralı protokol mabedidir.
29 Mayıs 1453’ü takip eden ilk Cuma günü, artık “Fatih” unvan ve
şerefine nail olmuş olan Sultan Mehmed Han ile Ak Şemseddin, Molla
Gürani gibi âlimlerle devlet erkânı, asker ve herhâlde az miktarda
sade Müslümanın iştirakiyle burada ilk hutbe irad edildi ve
ilk Cum’a namazı eda edildi.
Sevgili Peygamberimiz’den -aleyhisselam- tevarüs eden usul kaidesi
mucibince muharebede muhasara edilen bir belde, teslim
olmayıp da savaşırsa fethedildiğinde Serdar ile askerin muayyen
miktarlarda ganimet hakları vardır. Ayasofya, toplam ganimetten
Sultan’a düşen beşte bir hissenin içindedir. “Cennetmekân
Fatih Sultan Muhammed Han”, mezkûr mabedin mülkiyetini
kurduğu vakfa intikal ettirmiş ve vakfın anayasası demek olan
“Vakıf Şartnamesi’ne “Kim ki benim bu vakfımı
Camilikten çıkartırsa Allahın, meleklerin ve Peygamberlerin laneti
onun üzerine olsun!” diye başlayıp devam eden ağır bir kargış,
ilenç, beddua derc ettirmiştir.
Beddua faslı, vakfiyelerin icabındandı. Hemen her vakfiyede
de vardı. Zira “vakf” yani vakfedilen mal, “vaakıf”ın yani
vakfedenin kıyamete kadar belli bir gayeye hizmet etmesi için
bıraktığı miras ve aid olduğu medeniyete yaptığı
bağıştır. Vaakıf, vakfın tahsis maksadı dışına çıkartıldığı zaman
hayatta olmayacağından hukuki müdahale mümkün değildir; belki
soyu da hayatta olmayacak ve yine belki idare de bigane
kalacak yahut bizatihi idare onun yapısını değiştirecektir. Bu
sebeple beddua vakfiyelerde bir caydırıcı müeyyide, yaptırım olarak
yer almıştır.