Cumhuriyet’te yazmaya başlayınca evrak-ı metrukeyi karıştırmak vacip (zorunlu) oldu ve karşıma iki eski gözde çıktı: Nilüfer Göle ve Ahmet İnsel. Odatv’de gördüğüm “Nilüfer Göle Kemalizm’e teslim oldu” (21.06.2017) manşeti ilgimi çekti. Nilüfer Göle, Ahmet İnsel ile yaptığı söyleşide Kemalizm’i “Müslüman Laikliğin en gelişmiş ve evrenselleşmiş biçimi” olarak tanımlamış. Oysa “Müslüman Laiklik” olmaz. Olmayan bir şeyin en gelişmiş biçimi de olmaz!
***
Meğer Ahmet İnsel, Nilüfer Göle ile Birikim
dergisinde bir söyleşi yapmış; söyleşinin tamamı T24 internet
sitesinde yayımlanmış; Odatv de söyleşinin bir bölümünü aktarırken
o manşeti atmış. Tamamını okudum: Nilüfer Göle’nin Kemalizm’e
teslim olduğu falan yok.
Bir kez daha anladım ki Nilüfer Hanım ve Ahmet
Bey, Laiklik ve Sekülarizmin anlamını bilmiyorlar. Laikliğin
liberal özgürlük olduğunu sananlar onu ABD sekülarizmi ile
karıştırırlar. Oysa sekülarizmin laiklik ile uzaktan ve yakından
ilgisi, ilişkisi yoktur.
Ayrıca laiklik, din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrılmasından çok daha başka bir şeydir.
Laiklik elbette bütün dinlere eşit mesafede
durur; ama dinlerin birbirleri üzerinde, bireyler ve toplumlar
üzerinde baskı kurmasına engel olur. Dahası: Sekülarizm’i Laiklik’e
karşı kullanmak da şeytanın âdetidir. Anlamak için en basit formül
şöyledir:
ABD SEKÜLARİZMİ = Halk + Kilise → Devlete
karşı.
AVRUPA LAİKLİĞİ = Halk + Devlet→ Kiliseye
karşı.
TÜRK LAİKLİĞİ = Dini kamusal alanda sınırlar;
birey ve toplumu, anayasa ve yasaları dinin tekçi ve baskıcı
şeriatına karşı korur.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte İslamcılar
bu “koruma”ya karşı çıktılar ve şeriatı Osmanlı’da olduğu
gibi, kamusal alanda ve eğitimde egemen duruma getirmek istediler.
AKP ve Başyüce’nin “Dava” dediği şey bu nifak eylemidir.
Nilüfer Göle işte bunu anlamadı, anlayamadı. “Dava”ya
hizmet etti.
***
Nilüfer Göle söyleşide bir itirafta
bulunuyor: “Sekülarizmin eleştirisini içeriden
yapanlar.../ Dahası siyasi olarak laikliğin otoriter
yanlarına, dışlayıcılığına vurgu yapanlar, daha kapsayıcı
bir laiklik tanımından, çoğulcu bir toplumdan yana olan
biz demokratlar diyelim. Bizlerin şuna inandığımızı
düşünüyorum: Sekülerlik ile İslam arasında, ya birisi
ya ötekisi gibi uzlaşmazlık taşıyan düşünce kalıplarının
bizi bir yere götüremeyeceğine. Yani 1920’lerde
sekülarizasyon sürecini takiben gelen 1980’lerdeki
İslamizasyon hareketlerinin, birinin diğerini bütünüyle
dışlayacağı tezine Türkiye’nin direnebileceğini,
alternatif olabileceğini düşündük.../ Bizler
toplumun seküler ile dinsel kesimleri arasında
var-olan kalın duvarın yıkılmasının, birbirlerini
tanımanın bir eklemlenme, bir arada yaşama koşullarını
yaratacağına inanıyorduk” diyor.
Bu ifade onun Cumhuriyet ve devrimlerini neden
anlayamadığını çok iyi açıklıyor: Laiklik, İslamizasyon ile
birlikte yaşayamaz.
***