Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş,
sonra da bunu âdet edinmiş, her gün danayı kucağına alıp taşırmış;
sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu
zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş.
Bu hikâyeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu
çok iyi anlatmış olacak.
Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası
yoktur.
Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu
gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla, oraya yerleşip
kökleşti mi, öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine,
gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez...
Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda belirmeye başlar ve
asıl eğitimimiz bizi emzirip büyütenlerin elindedir.
Çocuk bir tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara
bere içinde bırakır; anası da ona bakıp eğlenir.
Kimi baba da, oğlunun savunmasız bir köylüyü, bir uşağı öldüresiye
dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca ve kahpece aldattığını gördüğü
zaman, bunu yiğitlik belirtisi sayarak sevinir.
Oysa bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları,
kökleridir; çocukta filizlenirler, sonra alışkanlığın kucağında,
alabildiğine büyüyüp gelişirler.
Bu kötü temayülleri yaşın küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak
hoş görmek tehlikeli bir eğitim yoludur.
Çocukta doğa egemendir ve doğa asıl yeni tomurcuk salarken katıksız
ve gürbüzdür
Kendimiz sandığımızdan çok daha zenginiz; ama bizi oradan buradan
alarak, dilenerek yaşamaya alıştırmışlar...
Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.
(...Montaigne)