Şiddete, tacize, cinsel saldırıya, tecavüze
tanınan “kültürel dokunulmazlık”ayrıcalığını, ilk kez bu yıl
başında Köln’de yaşanan toplu taciz olayıyla duydum.
Hatırlarsanız 2015’i 2016’ya bağlayan gece, Köln’de; Müslüman
göçmenler tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülen bir organize
taciz badiresi yaşanmıştı.
Köln istasyonu civarında “Arap görünümlü” olduğu söylenen
yüzlerce erkek, çetelerle... yalnız kadınları markaja alıp her
türlü sözlü ve fiziki tacizi gerçekleştirmişti.
Sade Almanya’da değil, tüm Avrupa ülkelerinde şok yaratan eylemin
ardından günler boyunca “kadın erkek eşitliğine”, “kızlı
erkekli karma yaşama”, “kadın özgürlüklerine”karşı yaşanan bu
saldırı konuşulmuş; “Böyle bir şey nasıl
olabildi?” sorusu sorulmuştu.
Kadınlar “Bedenimize sahip değil miyiz?” şoku yaşamıştı.
Yurttaşlar “Kamu alanına sahip değil miyiz?”, “Kent
sokakları korunmasız mı? Devletimiz nerede? Bize hangi
hadle bunu yapabildiler?” sorularını
yöneltmişti.
Bunları o dönemde de yazmıştım.
“Kültürel muafiyet/dokunulmazlık” tespiti işte bu sorulara bir
yanıt olarak ortaya kondu.
Mısır’daki Tahrir gösterilerinde de ilk defa benzeri “toplu
taciz” vakaları görülmüş; bunları merceğe alan Uluslararası Af
Örgütü söz konusu dinamiğin kadına yapılan her türlü baskı,
saldırı, şiddeti mazur gören ve kendine hak sayan
bir “kültürel dokunulmazlık” evreninden kaynaklandığını
ortaya koymuştu.
Köln’deki göçmenler aynı “kültürel
dokunulmazlık” anlayışı ile harekete geçmişlerdi.