Bu mektubu yazmaya koyulurken yaşamlarınızdan çalınan son 5.5
ayda sizden ne kadar az haber aldığımı düşündüm... Tıp... tıp...
damlayan bozuk musluk misali büyük güçlükle ulaşıyor gelen
haberleriniz.
Sevgili Turhan’ın (tekrar geçmiş olsun!) anjiyo olduğunu biliyorum
mesela...
Kadri Gürsel’in uluslararası basına dahi konu olan dudak uçuklatan
“palto” hikâyesini ve Ahmet Şık’a (muhtemelen içinde tehlikeli
‘barış’ sözcüğü geçtiği için!) ulaştırılmayan Tolstoy’un “Savaş ve
Barış” öykülerini takip ettim, biliyorum.
Silivri zindanındaki yaşamınızdan bana ulaşan kesitler neredeyse
bunlardan ibaret.
Ha bir de en son... Sevgili Musa Kart’ın “Bizi burunları sürtsün,
ibret olsun diye insan hakları ve özgürlüklerden herhalde nasibini
almayan Hollanda ile Almanya hükümetleri cezaevine yolladı” notunu
okudum!
Bunların ötesinde aramıza sanki kalın bir perde çekilmiş gibi.
Kapatıldığınız çilehanenin ülke yaşamına “Silivri Toplama Kampı”
olarak girdiği, haksızlığın ve hukuksuzluğun tavan yaptığı o ilk
Ergenekon döneminde bile, toplum ve Silivri arasına böyle bir perde
çekilmemişti.
Karanlığın ortasında
Tuncay Özkan örneğin, kendisiyle daha cezaevinde kaldığı dönemde
yapılan bir söyleşide Silivri’deki yaşamı; “Burada inanılmaz bir
birikim var” diye anlatmıştı: “Yalçın Küçük, İngiliz ve Amerikan
kitap eleştirilerinin yayımlandığı haftalık yayınlar ile Fransız
kültür ve sanat dergilerini takip ediyor. (Aramızda) Pek çok kitap
takası oluyor. Eskiden hücrede kitapları tutuyordum ama binlerce
oldu. Artık dağıtıyorum”.
Ergenekon badiresinin yaşandığı dönemde neredeyse bir “kültür
yuvası” olarak anlatılan Silivri’de bugün, 150 yıl önce yazılan
“Savaş ve Barış”a erişilmiyor.
Değil söyleşi vermek, dışarıya mektup dahi yollayamıyorsunuz.
Gazete yazılarınızı yazamıyorsunuz. Balbay, Ergenekon yıllarında
oysa ki köşesini düzenli olarak yazabilmişti.
Şöyle bir göz attım da, neler neler var içinde... Balbay dönemin,
içeriden tanıklığını yapıyor. Silivri’ye kalkan otobüsleri, mahkeme
sürecini, gelen giden yabancı konukları, buharlaşan adaleti, maddi
koşulları, hücresini, pencereden gördüğü gökyüzünün renklerini,
bulutları, yenen ve yenmeyen yemekleri en ufak ayrıntısına dek
anlattıktan mada... Erdoğan ve de Merkel’e mektuplar döşeniyor.
Yalnız Balbay değil, hemen tüm Silivri tutukluları bu
tanıklıklarını yazıya döktüler. Bunu öyle yaygın yaptılar ki,
“Silivri edebiyatı” denen bir tür oluştu.
En son Can Dündar, Silivri’de yaşadıklarını uluslararası basın
yoluyla dünyaya anlattı.
Sizler, bu olanaklardan mahrumsunuz...
2016’dan bu yana Silivri şartlarının bu kerte ağırlaşması bile
başlıbaşına rejimin savrulduğu zifiri karanlığın kanıtı.
“Silivri karanlığı yırtacak!” diye yazıyordu eskiden Ergenekon
mahkûmları. Silivri karanlığı yırtamadı, Türkiye Silivri’leşti.
Betondan fışkıran çimen gibi
12 Mart’ta Yaşar Kemal, Kemal Türkler, İlhan Selçuk, Doğan
Avcıoğlu, Muammer Aksoy gibi isimlerle hapis yatan Muzaffer Erdost,
o yılları; “Davutpaşa kışlasında yatıyordum” diye anlatır: “İçeri
bir tane kitap alamıyorduk. Yakınlarımıza iki kelime ‘İyiyim’,
‘Kötüyüm’ yazabiliyorduk. Hatta ‘Kötüyüm’ diye bile yazamıyorduk.
İlhan Selçuk Ziverbey’i yıllar sonra yazabildi.”