Pastör Brunson hakkındaki süreç, daha önce Brunson aleyhinde
ifade verenlerin ifadelerini değiştirmesi ve mahkemenin “bu kez”
gizli tanık ifadelerine ehemmiyet vermeme kararı almasıyla değişti.
Daha önce ev hapsine alınmış olan Brunson, mahkemece tam olarak
aklanmadı ama casusluktan ya da terör örgütü üyesi olmaktan da ceza
almış değil. Brunson TCK’nın terör örgütüne yardım tanımıyla ilgili
maddelerinden dolayı ceza aldı ve cezaevinde kaldığı süre düşülerek
tahliye edildi.
Külliye ve AK Parti sözcüleri “ABD’nin tehditlerine kulak asmadık,
bağımsız yargı çalıştı ve bu kararı verdi” diyor. Lakin taban
şaşkın. Çünkü devleti temsil edenler bir yıl kadar önce bu kişiye
ilişkin ithamlarda bulunuyordu. Ve doğal olarak şimdi çok az kişi
Brunson’un tahliyesini ‘‘Yargı son sözü söyledi” üzerinden görüyor.
Çoğunluk, kararı ABD-Türkiye ilişkilerini düzeltme girişimi, hatta
ABD’ye verilmiş bir taviz olarak
değerlendiriyor.
İşin gerçeği, ABD’nin tehditleri olmasaydı Rahip Brunson’un
salıverilme yolunda olduğuydu. Zira iddia edilen suçları işlemiş
bir kişiye “ev hapsi” gibi hafif bir yaptırım uygulanmazdı. Brunson
ABD tehdit etti diye salınmış değil. Bilakis tehditler tahliyeyi
geciktirdi. Daha öncesinde durumu iki devletin başkanının da
gündemindeydi. Türkiye büyük ihtimalle ABD’nin başka bağlantılarını
ortaya çıkarmak için yani istihbari nedenlerle bir süre daha tutmak
istiyordu. Ancak Evanjelik taifenin ısrarcılığı, Trump’ın tehdit
saçan tweetler atabilecek karakteri ve suçluluğuna dair kesin
deliller olmayan bir din adamını alıkoymanın yaratabileceği
hukuk/adalet tartışmalarının sonuçları hafife alınmıştı.
Günün sonunda, zaten olacak olan ne
idiyse o oldu. Ancak zarar gören, aradaki zaman diliminde
“Dolar isterse 100 TL olsun, yeter ki o papazı vermeyin, çünkü bu
vatan meselesidir” diyenlere, “Bu ikinci 15 Temmuz’dur” diyenlere
kanarak “Brunson’u salıvermek vatana ihanettir” noktasına getirilen
AK Parti ve MHP tabanı oldu. Zira bir ay arayla şimdi de,
“Brunson’un verilmesine itiraz edenler vatan hainidir” argümanıyla
uğraşmak zorunda kalabilirler.
Ancak bunlar ev içi hır gürler, yurtiçi adalet ve tutarlılık arayışlarımız. Dışarıdan bakıldığında durum daha farklı. Türkiye karşıtlığı yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan belli bazı Washington odakları için bile, Trump’ın düzeyi için bile, ortada ilginç, değerlendirilmesi gereken bir manzara var.
KAŞIKÇI VE BRUNSON HADİSELERİNİN GÖSTERDİĞİ
Zira, sadece Brunson’u konuşmuyoruz, aynı zamanda Washinton Post
yazarı ve Suud veliaht prensine muhalif olan Cemal Kaşıkçı
cinayetini ya da cinayet iddialarını da konuşuyoruz. Aynı şekilde
ABD de, diğer AB ülkeleri de bu iki hadiseyi aynı anda ele
alıyor.
Tablo şu: Bir tarafta ABD’nin öve öve bitiremediği ve
“Ortadoğu’da tek Müslüman müttefik olarak bize yeter” dediği Suudi
Arabistan var. Saray darbeleri ile kendi
koyduğu teamüllere bile aykırı davranan, otoritesini ABD’den
yaptığı satın alımlara borçlu olan bir hanedanlığın yönettiği bir
devlet. Ki o Suud şu an muhalif bir köşe
yazarını hunharca öldürme iddialarına karşı tatmin edici hiçbir
cevap veremiyor.
Diğer tarafta kendisine karşı
darbe yapmaya kalkışmış bir grupla ilintisini tespit ettiği bir
rahibi, iyi kötü yargılayan ve son
kertede delillerle mütenasip bir cezaya
çarptıran, en nihayetinde tahliye eden bir Türkiye
var. Aynı
zamanda Kaşıkçı cinayetini de,
uluslararası hukukun gereklerini hiçe
saymadan çözmeye çalışan bir Türkiye bu.
Ki o Türkiye ile ilişkiler sürekli
gerilse de, bir eşikte, bir
noktada mutabakata varılabiliyor.
ABD’nin ve diğer sözde uygar Batı’nın bu noktayı gördüğüne ama
görmezden gelmeye /görünmez kılmaya çalışacağına eminim. İnşallah,
Türkiye; Suud’la aşiret pazarlığı yapıp iş-ittifak kotaran ABD’nin
yaptığı tercihlerin yanlışlığını Beyaz Saray’ın gözüne gözüne
sokabilecek bir hazırlığa sahiptir.
Zira Kaşıkçı ve Brunson vakaları, bütün
olumsuz cihetleri ile beraber yeniden şunun altını çizdi: Türkiye,
her şeye rağmen Ortadoğu ve Orta Asya’da “hukuk” kavramlarıyla
düşünme, kritik yapma alışkanlığını yitirmemiş tek medeni
ülke.