Cenevre’deyiz...
Yıllarca gelip gidiyoruz.
Kent hep aynı...
Sokaklarına kadar ezberledik adeta...
Bir göl kenarında sükûnetin şehri Cenevre’de baharın sessizliğini
yaşıyor insanlar.
Ve çocuklar...
Atlıkarıncalar kentin hemen yerinde.
Çocukları seven şehirlerde yaşamak artık bizim için hayal.
Parklar, göletlerde ördeklere ve kuğulara ekmek atan çocukların
kenti bir türlü olamadı İstanbul.
Çocuklarını hiç sevmedi, sevecek gibi de gözükmüyor.
Müteahhitlerini, hırsızlarını, gece âlemlerinin müdavimlerini,
arazileri çalan ve üzerine apartman diken gecekonducularını daha
çok sevdi.
Ve parayı çok sevdi...
Betonu, duvarı ve topu konutu daha çok sevdi.
***
Ve İstanbul nüfusu, trafiğiyle her geçen gün biraz daha delirten
kent olmaya doğru gidiyor.
Bağırarak diyoruz ki: Yol aynı, etrafında gökdelenler çıkmaya devam
ediyor...
Biri çıkıp da sormuyor, aynı yoldan bu kadar araç nasıl
gidecek?
İstanbul ve diğer kentlerimiz de dahil olmak üzere, buraları
yönetmek için mimar ve mühendis olmaya ne gerek var, deliyi de
getirsen bir şehrin içine ancak bu kadar eder...
Bütün partilerin belediye başkanları da buna dahil.
İzmir’de 1930 model belediye otobüsleri dolaşıyor hâlâ.
***
İçinde bir atlıkarınca olan şehir göremiyoruz.
Üç tane oda büyüklüğünde park, içinde birkaç tahterevalli ve
kaydırakla park yaptıklarını sanan belediye başkanlarına sormak
lazım: Yeşil alan diye alınan arsalar nerede?
Ve bu arsaların üzerine neden gökdelenler dikildi?
Dere yataklarındaki yapılar yıkılacak denilmesine rağmen hâlâ
gökdelenler neden yükseliyor?
Haksızlığın ve milleti enayi yerine koymanın belgeleri kazık gibi
toprağa dikilmiş ve her gün önünden geçiyor milyonlarca
insan...