"Vizeler yeniden verilecek; ama tasavvurlar örtüşecek mi?"
başlıklı yazımızda (15 Ekim 2017), Türkiye ile ABD arasındaki derin
anlaşmazlıkta tarafların yaklaşımları arasındaki farklılığın
üzerinin "ittifak" söylemiyle kapatılamayacağının anlaşılmasını
sağlayan krizlerin kısa sürede sonlanmasının mümkün olmadığını
vurgulamıştık.
Son günlerde yeni bir boyuta taşınan "Pastor Andrew Brunson Krizi"
öncekilerden farklı olarak Türkiye ekonomisi üzerinde önemli
etkiler yaratmıştır. Türkiye'den ithal olunan çelik ve alüminyumdan
alınan gümrük vergilerinin artırılması benzeri ABD yaptırımları ve
uluslararası malî kuruluşların Türkiye'ye verilecek kredileri
askıya almaya zorlanabileceği endişeleri döviz kurlarındaki
dalgalanmaların başını çektiği olumsuzlukları tetiklemiştir.
Konuya ABD açısından yaklaşıldığında ise "Brunson Krizi," Trump
yönetiminin başlangıçta mesafeli yaklaştığı "yaptırım"
uygulamalarını artan bir ivme ile araçsallaştırmasının örneği
olarak değerlendirilebilir.
Hufbauer, Schott ve Elliott tarafından derlenen Economic Sanctions
Reconsidered:
History and Current Policy çalışmasının da ortaya koyduğu gibi
"yaptırım" ABD'nin uzun süredir başvurduğu bir uygulama olup
yasamaya dış siyaset yapımında etkinlik sağlamaktadır.
Trump yönetimi de 2017 tarihli "Countering America's Adversaries
through Sanctions Act (Amerika'nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşı
Koyma Yasası)"nı başlangıçta "Kongre'nin dış siyaset yapımına
ağırlığını koyma" girişimi olarak değerlendirmiş, ancak kısa sürede
"yaptırımlar"ın yürütmenin eline de güçlü bir silah verebileceğini
görmüştür.
Diğer bir ifade ile ABD'nin Türkiye'ye yönelik hamleleri, Trump
yönetiminin "ekonomik" ve Magnitsky Yasası'na dayanarak şahısları
hedef alan "akıllı yaptırım"ları artan bir ivme ile
araçsallaştırması çerçevesinde de değerlendirilebilir. Ancak
Türkiye ile ABD'nin "ittifak" ve "stratejik ortaklık" ilişkileri
göz önüne alındığında söz konusu "yaptırımlar"ın kabaca bu
sınıflamaya dahil edilmesinin ya da Başkan Trump'ın kişiliği ile
ilişkilendirilmesinin fazla da açıklayıcı olmayacağı ortadadır.
Magnitsky Yasası'nın bir NATO müttefikine tatbiki ve "ucu açık
yaptırım tehditleri"nin krizi daha da karmaşık hale getirdiği
şüphesizdir. Bu özelliklerine karşılık "Brunson Krizi"nin "Çuval
Krizi," "Tutuklama Kriz(ler)i," "Vize Krizi," "Münbiç Krizi," "F-35
Krizi" benzeri çekişmelerin yeni halkası ve son tahlilde, ilişkinin
doğurduğu "sıradaki kriz" olduğunun altı çizilmelidir.
Türkiye-ABD işbirliği bu krizler nedeniyle bozulmamakta, aksine,
mevcut ilişki sürekli biçimde buhran üretmektedir. Bu bağlamda
değerlendirildiğinde "Brunson Krizi"nin de iki ülke arasında
yaşanacak "son kriz" olmadığını vurgulamak gereklidir. Sonu
gelmeyen krizler, ABD ile Türkiye'nin uzlaştırılması son derece zor
Ortadoğu tasavvurları geliştirmelerinden kaynaklanmaktadır.
Açılan makas
916 sonrasında geliştirilen Ortadoğu tasavvurları, Osmanlı Arap
vilâyetlerini dönüştürürken karakuşî sınırlar, tarihî ve coğrafî
gerçeklikleri göz önüne almayan ulus-devletler, "unsur"dan
"azınlık" statüsüne indirgenen "ayrılıkçı" topluluklar yaratmıştır.
Bu dönüşüm gerçekleşirken Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın "sömürge ve
mandat" statüsü altına girmeyen bölgeleri de bölgesel çatışmalar
çerçevesinde "devletleşmiş"tir.
Bu zorlu sürecin ortaya çıkarttığı "status quo" ise sürdürülebilir
olmamıştır.
Yaratılan yapay sınır ve devletler, dışlanan "azınlık"lar, petrol
nedeniyle yükselen stratejik önem, Arap-İsrail savaşları ve "kutsal
topaklar"ın geleceğine ilişkin artan Evanjelist ilgi, on dokuzuncu
asırda Balkanlar benzeri alanlarla kıyaslandığında görece huzura
sahip Ortadoğu'yu dünyanın en sorunlu bölgesi haline
getirmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında yeni "status quo" belirlenecek alanlar
arasında Ortadoğu'nun başı çekmesi şaşırtıcı değildir.
Buna karşılık, sürdürülememiş ve sayısız çatışmaya neden olmuş bir
düzenin yerine yenisinin geçirilmesinin 1916'dakine benzer şekilde
planlanarak, 1918 sonrasındaki kolaylıkla uygulanabileceğini
düşünenler büyük hayâl kırıklığı yaşamışlardır.
Bunun temel nedeni de 11 Kasım 1918 sonrasında modern tarihte
görülmemiş bir gücü Londra'da temerküz ettiren Büyük Britanya'nın
rolüne soyunmanın sadece bir "üstünlük" sorunu olduğunun
varsayılmasıdır.
Britanya'nın 1918 sonrasında kullandığı "açık çek" kendi
"üstünlüğü"nden ziyade yardımcısı durumundaki Fransa dışında onu
denetleyebilecek ve engelleyebilecek küresel ve yerel bir gücün
bulunmamasından kaynaklanmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde,
İstiklâl Harbimiz dayatılan "düzen"e yöneltilmiş ilk bölgesel "kafa
tutuş" olma niteliğini haizdir.
Günümüzde ise küresel, bölgesel ve yerel tüm aktörlerin katıldığı
yeni Ortadoğu oluşturma mücadelesi uzun, sancılı ve kanlı bir
süreci başlatmıştır.
Soğuk Savaş sonrasındaki "hegemonik üstünlük"ünden yararlanarak
bunu kolaylıkla yönetebileceğini düşünen Washington ciddî küresel,
bölgesel ve yerel rekabet ve direnç ile karşılaşınca yeni
tasavvurlar geliştirmek, değişik aktörlere yönelmek durumunda
kalmıştır.
Bu süreçte ABD'nin gözünde Türkiye "Irak'ı beraberce işgal edecek,"
"Suriye'de Beşşar el-Esed rejimini ortaklaşa devirecek" "müttefik/
stratejik ortak"tan "Washington projelerinin hayata geçirilmesini
engelleyen, oyun bozucu bir bölgesel güç"e evrilmiştir. Taraflardan
birisinin "kara gücü" olarak kullandığı bir yapının diğerince
"terörist tehdit" sınıflamasına sokulması iki devletin Ortadoğu
tasavvurları arasındaki makasın ne denli açıldığını
özetlemektedir.
İttifak yorgunluğu
Bundan öncekiler gibi Pastor Brunson Krizi de ABD-Türkiye arasında
doğrudan pazarlıklar ya da çok taraflı girişimler neticesinde
diplomatik bir çözüme ulaştırılacaktır.
Buna karşılık, iki ülke arasında artan bir yoğunluk ve ivme ile
yaşanan "krizler"in yeni Ortadoğu'nun oluşumu gibi ucu açık bir
sürecin tamamlanmasına kadar süreceği göz önüne alındığında her
yeni buhran daha zor çözülecek ve bunların tortusu da ciddî bir
"ittifak yorgunluğu"na neden olacaktır.
Oluşan tortunun uzun vâdede iki tarafı da farklı seçenek ve
eksenlere yöneltebileceği kuşkusuzdur. Böylesi gelişmeleri önlemek
ise tarafeynin yeni Ortadoğu tasavvurları arasındaki makasın
daraltılmasını zorunlu kılmaktadır.
Bunun mevcut şartlarda ulaşılması imkânsız bir hedef olduğu
düşünülebilir.
Ancak yeni Ortadoğu oluşumu sürecinin uzunluğu ve karmaşıklığı ile
koşul ve aktörler arası ilişkilerin hızlı değişimi göz önüne
alındığında öncelikli olarak "kriz yönetimi," sonrasında da
"diplomatik mekanizmaların kullanımı"nın sürdürülmesinin en anlamlı
yaklaşım olacağı ortadadır.