Türkiye, yeni bir siyasal sistemi hayata geçireceği dönemin
yasama ve yürütmesini şekillendirmek amacıyla bugün sandık başına
gidiyor.
İlk genel seçimini 1877'de yapmış bir geleneğin mirasçısı olan
Türkiye'de meclisler 1950'ye kadar, 1877-78, 1908-12, 1920-23
parantezleri dışında, sembol işlevi görmüşlerdir.
Yetmiş üç yıl süren bu süreçte meclisler, toplamı yedi yıla ulaşan
parantezler istisnâ olunursa, devletçi modernleşme hedefine ulaşmak
için Bâb-ı Âlî ve Ankara bürokrasisinin uzantısı olarak
işlevselleştirilmişlerdir.
"Hâkimiyet-i Millîye/Millet Egemenliği" kavramlarına sıklıkla
yapılan atıflara karşılık, meclisler "temsil"i hayata geçirme,
siyaseti şekillendirme ve toplumsal talepleri cevaplama yerine, en
veciz mesajı Enver Paşa'ya atfedilen "yok kanun, yap kanun"
ifadesinde mündemiç, modernleştirici bürokrasinin gerek duyduğu
yasal altyapıyı tesis işlevi görmüşlerdir.
İktidar ve seçim
Bu açıdan değerlendirildiğinde "seçimler," 1950'ye kadar, katılım
ve siyaseti şekillendirme alanında oldukça sınırlı rol
oynamışlardır. İlk seçimler 1877'de, pâyitaht ve vilâyetler için
değişik geçici talimatnâmeler uygulanarak yapılmıştır. Bunun
neticesinde İstanbul'da sınırlı katılımla da olsa "seçim"
yapılırken, taşradaki uygulama, valiler ve vilâyet meclislerinin
önde gelen yerel kişileri, dinî kotalar çerçevesinde yeni meclise
göndermelerine dönüşmüştür.
1877 yılı Aralık ayında yapılan ikinci seçimlerde de benzer bir
tablo ortaya çıkmıştır.
Birinci Meşrutiyet meclisleri seçilmiş ve atanmış meb'uslar
karmasından oluşmalarına karşılık kendilerine biçilen "kabine
hükûmetinin danışma ve tetkik organı" rolünün dışına çıkmaya
çalışmışlar, bunun bedelini ise 1878 başında fiilen kapatılmakla
ödemişlerdir.
Ancak otuz yıl sonra yapılabilen sonraki seçimlerle yeniden
toplanan meb'usan, âyân ile birlikte, 1909 Kanun-i Esasî
değişiklikleri sonrasında tesis edilen parlamenter sistemin
"yasama" kanadını oluşturmuştur. Bu ise "seçim"in gerçek anlamda
"katılım" yaratması ve siyaseti kısmen de olsa şekillendirmesi
anlamına gelmekteydi. Buna karşılık, "iktidar," İkinci Meşrutiyet
Dönemi'nin sonuna kadar, "seçim" ile değişmemiştir.
"31 Mart Olayı" ile iktidar el değiştirmiş, ancak Rumeli'den gelen
Hareket Ordusu onu eski sahibine iade etmiştir.
1912'de iktidar değişimini sağlayan ise "sopalı seçimler" değil
dağa çıkarak meb'usanı tehdit eden "Halâskâr Zabitan Grubu"
olmuştur. İttihad ve Terakki, Bâb-ı Âlî baskını ile tekrar el
koyduğu iktidarı fiilî tek parti rejimi altında sürdürecek, 1914
seçimleri de bu koşullar altında yapılacaktır. Birbirini takip eden
"iki özgür seçim" yapamayan Osmanlı toplumu dağılma süreci içinde
yeniden "katılım"ın önemini kavramış ve mütareke koşullarında 1919
seçimlerini düzenleyebilmiştir.
Winston Churchill 1919 Osmanlı seçimlerini "Türkler oy kullandı, ne
yazık ki, hepsi de yanlış yönde oy kullandı" değerlendirmesi ile
yorumlamıştır. Bu küçümseyici ifade, "seçim"in, ağır barış
koşulları dayatılmasına karşı çıkan, güçlü toplumsal tepkiye
tercüman olduğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu seçimler dolaylı
yolla bir sene sonra Ankara'da "fevkâlâde salâhiyeti haiz" olarak
toplanacak yeni meclisin şekillenmesinde ve "İstiklâl Harbi"
derinliğindeki bir mücadelenin "seçilmiş" kadrolar yönetiminde
yürütülmesinde de önemli rol oynamıştır.
Millî irade ve demokrasi
Ancak yeni devlet de "birbirini takip eden iki özgür seçim
yapabilme" eşiğini aşamayacak, 1923'ten itibaren seçimler (1930
mahallî seçimleri istisnâ edilirse) bürokratik atama, meclisler ise
"bürokrasinin kanun üretim makineleri"ne dönüşecek, "millet
egemenliği"nin "kayıtsız ve şartsız" olduğu söylemi, üzerine
yazıldığı duvarın ötesine geçemeyecektir.
Bu nedenle arka arkaya iki hür seçim yapma hedefine ancak 1954'te
ulaşabilecek olan Türkiye için söylem düzeyinde kutsanan "millî
irade"nin hayata geçirilmesi temel "demokrasi" hedefi haline
gelmiştir. Özgür seçimler sonrasında da kendilerini "zinde
kuvvetler" olarak tanımlayan vesayet yapılanmalarının "siyasal
alanı düzenleme ve paylaşma"dan vazgeçmemesi "millî irade"nin
demokrasi için sadece "gerek" değil aynı zamanda "yeter" şart
haline gelmesi ve aslî hedef olarak görülmesine yol açmıştır.
Birbiri ardına iki özgür seçim yapabilmek için yetmiş yedi yıl
bekleyen toplumumuzda "özgür seçim"in gerçek anlamda "siyasal
iktidar" oluşturması için de yirmi birinci yüzyıl başına kadar
sabretmek gerekmiştir.
Özgür seçim yapabilme ve onun aracılığıyla ortaya konulan tercihin
siyaseti belirlemesi alanında verilen mücadelenin uzunluğu bir
"millî irade fetişizmi" yaratmakla kalmayarak, bu kavramın "liberal
demokrasi" ile eşanlamlı olduğunun varsayılmasına yol açmıştır. Bu
alanda karşılaşılan direnç ve mücadelenin uzunluğu ise demokrasi
çıtamızın düşük tutulmasına neden olmuştur.
Ufku genişletmek
İlk seçimini 1877'de yapmış bir geleneği sahiplenen Türkiye'nin
günümüzde liberal demokrasiye dönüşüm alanında hâlâ önemli adımlar
atmaya ihtiyaç duyması yaşanan dönüşüm sürecinin fazlasıyla ağır
seyretmesi ile açıklanabilir.
Dolayısıyla bugün gerçekleştirilen seçimler sonrasında, kimin
başarılı olduğundan bağımsız olarak, "özgür seçim" yapma ve
siyaseti onun neticeleri çerçevesinde şekillendirmenin ötesinde bir
demokratikleşmenin hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Türkiye, son tahlilde, demokrasi çıtasının "özgür seçim yapma" ve
"vesayetin sonlandırılması"nda tutulamayacağı gelişmişlik ve
karmaşıklıkta bir toplumdur.
Bunlar, şüphesiz, sağlanmaları gereğinden fazla zaman almış olsa da
hayatî kazanımlardır.
Buna karşılık, günümüz "Türkiye"sinin "demokrasi hedefi," "dikey"in
yanı sıra "yatay" katılımın da gerçekleştiği, sivil toplumun
mesajlarını siyasete kesintisiz biçimde iletebildiği, vesayetin
ortadan kaldırılmasına karşın denetleme mekanizmaları ile denge ve
kontrolün işlediği, güçler ayrımı ve hukukun üstünlüğüne dayalı,
özgürlükçü, etnik/dinî kimliklere kör, birey ve vatandaşlık temelli
toplum sözleşmesi ile yönetilen bir liberal demokrasiye dönüşme
olmalıdır.
Siyasetin özgür seçimlerle şekillenmesinin bu hedefe ulaşılması
için gerek şart olduğu tartışma dışıdır. Türkiye'nin bunu
sağlayabilmesi zor olmuş ve zaman almıştır.
Bir liberal demokrasiye dönüşme alanında benzer uzunlukta bir
sürenin israf edilmemesi gereklidir.