Soğuk Savaş sonrasında beklentinin tersine kısa süre içinde yeni
bir dünya düzeni oluşmadığı gibi derin dondurucularda korunmuş
bölgesel "status quo"lar da tartışmaya açılmıştır.
Bu eğilim süreç içerisinde ivme kazanmış, 1916 sonrasında Ortadoğu,
1945 sonrasında Doğu Asya/Pasifik ve 1991 sonrasında Avrupa'da
oluşmuş sınırların yeniden çizimi mücadelesinde önemli mesafe
alınmıştır.
Bu gelişmeler Soğuk Savaş çift kutuplu dünyasının "dehşet dengesi"
altında üretilen, katı ve ucu açık devamlılığa sahip olduğu
varsayılan dış siyaset yapımını anlamsız kılmıştır. Bunun en güçlü
biçimde hissedildiği bölge şüphesiz "Ortadoğu"dur.
Ortadoğu'da temelleri Sykes- Picot- Sazonov anlaşması ile atılarak
Birinci Dünya Harbi sonrasında hayata geçirilen ve kapsamlı
rötuşlarla bir asır ayakta tutulan kırılgan "status quo" ölüm
döşeğindedir.
Ortadoğu'da küresel, bölgesel güçler ve yerel aktörlerin katıldığı
amansız mücadele Soğuk Savaş dönemindekinin aksine esnek ve her an
sonlandırılması mümkün dış siyaset yapımını zorunlu kılmaktadır.
Bu, uzun yıllar sonra yeniden Ortadoğu'da olduğunun bilincine varan
Türkiye'nin de uyum göstermesi gereken bir değişimdir.
Bu realpolitik gerekliliğin esnek, değişken ve sabit ortaklarla
"büyük strateji" çerçevesinde gerçekleştirilmek yerine farklı
aktörlerle, "olay bazında" ve "en az zararla geçiştirme"
yaklaşımıyla yapılacak dış siyaseti zorunlu kıldığı ortadadır.
Böylesi bir dış siyasetin belirli aktörlerle çalışıldığında "eksen
kayması," "eksensizleşme," "Batı'dan kopuş," "Avrasyacılık" benzeri
eleştiriler alması kaçınılmaz olmaktadır. Benzer şekilde geleneksel
ortaklara yönelindiğinde de "Amerikancılık," "NATO bağımlılığı" ve
"Batı emperyalizmine hizmet" gibi yaftalamalar gündeme
gelmektedir.
Bu çift yönlü eleştirilere karşılık Türkiye, Ortadoğu'nun yeniden
şekillendiği bir süreçte "olduğu yerde duran," ama diğer aktörlerle
ilişki konusunda "elini bağlamayan" bir dış siyaset izlemek
durumundadır.
Soğuk Savaş "NATO'culuğu"
Bir benzetme yapmak gerekirse Türkiye, İngiltere ile Tanzimat
döneminde geliştirilen ortaklığın fazlasıyla aşınması karşısında
bunu bozmadan Rusya ve Almanya üzerinden denge siyasetleri
arayışına giren II. Abdülhamid'inkine benzer bir dış siyaset
geliştirmek zorundadır. Bu iki örnek arasındaki farklılık
Türkiye'nin günümüzde bir "ittifak garantisi"nden de istifade etme
durumunda olmasıdır.
Günümüz "ittifak"ı, 1885 Panjdeh Krizi sonrasında "ortaklık" olarak
tanımlanması güçleşen Osmanlı-İngiltere ilişkisi gibi ciddî bir
aşınmaya maruz kalmıştır. Buna karşılık buradan yola çıkarak
Türkiye'nin "bütünüyle" 1999, 2004, 2009 ve 2017 genişlemelerinden
sonra yapısı ve görev tanımının yorumu kapsamlı değişimler geçiren
NATO ve onu siyasetlerini belirlemede fazlasıyla etkili olan
Washington paralelinde dış siyaset yapmasını talep etmek anlamlı
değildir.
Washington'ın Ortadoğu tasavvuru Ankara'nınki ile örtüşmediği gibi
bâzı noktalarda onunla çatışmaktadır. Bu ise Soğuk Savaş
koşullarında dahi Kıbrıs konusunda Washington'ın uyarılarını
dinlemeyen Türkiye'yi değişik aktörlerle "olay bazında" çözüm
arayışlarına yöneltmektedir.
Bu, "eksen kayması" ya da "eksensizleşme" değil günümüzde
uygulanamayacak "Soğuk Savaş NATO'culuğu"na "Batı'dan kopmaksızın"
alternatif siyaset geliştirme çabasıdır.
Bunun "Avrasyacılık" adı verilen yaklaşıma yönelime neden olarak
Rus stratejisine hizmete yol açma benzeri bir risk taşıdığı ileri
sürülebilir.
Ancak Türkiye'nin güçlü dış siyaset yapımı geleneğinin onun NATO ve
Batı ittifakını terk ederek "Avrasyacılık" türünden maceracılıklara
yönelmesini engelleyeceği şüphesizdir.
Avrasyacılık seçenek mi?
Bir "medeniyet projesi" olan Avrasyacılık, 1921'de yayımlanan
"Ishkod k Vostoku (Doğu'ya Çıkış)" kolektif çalışması sonrasında
Rus entelektüel mehâfilinde kapsamlı bir tartışma yaratmıştır.
"Batı emperyalizmi" ve kültürel hegemonyası ile liberalizm ve
ahlâkî relativizme cephe alan bu yaklaşım, Slavofiller ile
Batıcılar arasındaki on dokuzuncu asır tartışmasını yeni ve daha
geniş bir bağlama taşınmıştır.
Türkiye'de Tek Parti dönemi entellektüellerinin, Lev Gumilyov ve
Nikolai Trubetzkoy benzeri "Avrasyacılar"ın Cengiz Han ve Altın
Ordu Hanlığı'nı sahiplenen tezlerine ilgi göstermemiş olmaları
dikkat çekicidir. Daha sonra Aleksandr Dugin'in görüşlerine de
alâka duyacak olan Attilâ İlhan dışında (burada da doğrudan bir
etkilenme kanıtlarını bulmak güçtür) "Avrasyacılık," bu dönemde
entelektüel dünyamızda yankı bulmamıştır.
Buna karşılık Soğuk Savaş sonrasında Türkiye'de "Batı ve Amerikan
karşıtlığı"nı savunan hareketler Dugin'in sözcülüğüne soyunduğu
"yeni Avrasyacılık"tan etkilenmiş ve bundan farklı bir dış siyaset
yaklaşımı üretmeye çalışmışlardır.
Türkiye'de siyaseten marjinal kesimlerin "Avrasyacılık"a ilgi
göstermesi şaşırtıcı değildir. Marlene Laruelle'in derlemesinin de
ortaya koyduğu gibi "Avrasyacılık," sığlığı ve "çoğulculuk
karşıtlığı" nedeniyle Avrupa "aşırı sağı"na cazip gelen bir
düşünsel zemine sahiptir.
Siyasal alandaki marjinalliğine karşılık, bâzıları kendisini "sol"
olarak yaftalayan değişik "aşırı sağ" grupların onu sahiplendiği
Türkiye'de "Avrasyacılık" ilginç tabanlarda popüler olabilmiş,
örneğin Dugin'in "Rus Jeopolitiği, Avrasyacı Yaklaşım" kitabı
askerî eğitim kurumlarında en çok okunan kitaplar arasına
girmiştir.
Geçmişte ordu yüksek kademesi içinde de "Avrasyacı" eğilimlerin
dile getirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Buna karşılık,
bâzı eski generallerin savunduğunun tersine "Avrasyacılık"ın Türk
dış siyaset yapımında seçenek oluşturacak derinliğe sahip olmadığı,
bu alanda "Soğuk Savaş NATO'culuğu"ndan da sorunlu bir yaklaşımı
dile getirdiği ortadadır.
Bunun da ötesinde "Batı"ya karşı "medeniyet" temelli eleştiriler
geliştirmesine karşılık, "Büyük Rusya"yı "realpolitik" temelinde
yeniden inşa etmeyi hedefleyen Putin ve Ortadoğu'da mezhep
hassasiyeti yüksek vizyonunu egemen kılma gayreti içindeki İran ile
"Avrasyacılık" bağlamlı ve "büyük strateji" temelli bir ittifakın
şekillendirebilmesi mümkün değildir.
Bunun bilincinde olan Türkiye, "Batı'daki yeri" ve "NATO içindeki
konumunu" bozmadan diğer güçlerle de bölgesinin geleceğini
şekillendirme alanında "olay bazında" beraber çalışabilmelidir.
"Realpolitik"in dayattığı bu siyaset izlenirken "Avrasyacılık" ve
"Batı emperyalizmine uşaklık" benzeri suçlamalara kulak tıkamak
anlamlı olacaktır. Bu eleştiriler "ideolojik dış siyaset"
eleştirisi yaparken gerçekte tam da bunu talep etmektedir.