İstiklâl Harbi sonrasında "devlet kurma" ve "millet inşa etme"
süreçlerini etkileyen en önemli gelişmenin "Musul Sorunu" olduğunu
söylemek yanlış değildir. Bu mesele Türkiye'nin "kimlik,"
"aidiyet," "kendisini ilintilendirdiği coğrafya" ve "resmî
ideolojisi" benzeri konularda radikal değişikliklere gitmesine
neden olmuştur.
25 Eylül günü gerçekleştirilen referandum sonrasında oluşan tablo,
bölgenin geleceğinin yeniden belirlenmesi sürecinin de Türkiye'de
dönüşümlere yol açma potansiyelini haiz olduğunu ortaya
koymaktadır.
Müslüman "millet"i
İstiklâl Harbi'nin ideolojisi, resmî görüşün daha sonra iddia
ettiği gibi "Türkçülük" değil Erik J. Zürcher'in tabirini
kullanacak olursak "Müslüman milliyetçiliği" idi. Hareketin
kurumları da ilerleyen yıllarda savunulduğundan farklı olarak
"etnik bir gruba" atıf yapmayan, "dinî topluluk/ Müslümanlık"
anlamındaki "millî"liği vurguluyorlardı. "Kuva-yı Millîye,"
"Misak-ı Millî," "Büyük Millet Meclisi" benzeri deyimlerdeki
"millî" ve "millet" ifadeleri "Türklük"e değil "İslâm" ve
"Müslümanlar"a işaret ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa da 1920'de TBMM kürsüsünde "Meclis-i âlînizi
teşkil eden zevât yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir,
yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkeb
anâsır-ı İslâmiyedir" sözleriyle bunu veciz biçimde dile
getirmiştir.
Kendisinin "millî hududlar"a atıfta bulunurken "Kerkük şimâlinde
Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik.
Binaenaleyh muhafaza ve müdafa'ası ile iştigâl ettiğimiz millet . .
. muhtelif anâsırı İslâmiyeden mürekkebdir" hususunun altını
çizmesi de İstiklâl Harbi'nin yönetici kadrosunun bu hatları "bir
etnik grubun çoğunlukta olduğu coğrafya"yı değil "imparatorluğun
Araplar dışındaki Müslüman anâsırı"nı kapsayacak biçimde çizdiğini
ortaya koymaktadır.
Ankara ve "Kürdistan"
Ankara bu yaklaşımını Lausanne Barış Konferansı'nda da
sürdürmüştür. İsmet Paşa Musul Vilâyeti'nin Türkiye'ye
bırakılmasını talep ederken Kürd ve Türklerin bölgede ezici
çoğunluğu oluşturduğunu, "İstiklâl Harbi'ni Türklerle beraber veren
Kürdlerden bir tanesinin" bile "her ne isim verilirse verilsin bir
sömürge" olan "Irak devleti"nde yaşamak istemeyerek bağımsız
Türkiye'ye katılacağını vurgulamış ve "plebisit" kartını masaya
koymuştu.
Lord Curzon buna karşı çıkarken I. Dünya Savaşı'ndan sonra
Avrupa'nın değişik yerlerinde başvurulan "plebisit" uygulamasının
Musul Vilâyeti'nde gerçekleştirilemeyeceğini çünkü "Zavallı Kürd"ün
bu kelimenin "ne anlama geldiğini dahi bilmediği"ni ileri
sürmüştü.
Ankara, anlaşmazlık Lausanne'da ve Türkiye ile İngiltere arasındaki
ikili görüşmelerde çözülemeyerek Milletler Cemiyeti'ne havale
olunduğunda da aynı tezi sahiplenmeye devam etmişti.
İsmet Paşa tarafından 5 Eylül 1924'te Milletler Cemiyeti Genel
Sekreteri'ne sunulan lâyiha demografik yapıya vurgu yapıyor ve
263,830 Kürd, 146,960 Türk ve Ankara'nın farklı inançlara sahip
Kürdler olarak tanımladığı 18,000 Ezidî'nin bir bölümü göçebe olan
ve senenin bâzı mevsimlerini başka bölgelerde geçiren 43,210 Arab'a
kıyaslandığında (rakamlar İngiliz istatistiklerinden alınıyordu)
ezici bir çoğunluk oluşturduğunu savunuyordu.
Daha da ilginç olan Ankara'nın ileride "dizginlenemeyecek
irredentizm"e neden olacağı gerekçesiyle Kürdistan'ın büyük bir
kısmının ayrılarak dağılmasına (orijinal metinde "the
disintigration of a large part of Kurdistan") karşı çıkmasıydı.
"Ortadoğulu" Türkiye
Türkiye Milletler Cemiyeti'ne sunduğu bir diğer belgede ise
kendisini bir "Ortadoğu devleti" olarak tanıtarak "adalet" talep
etmiş, mevcut sorunun "bir büyük Batılı güç (İngiltere) ile bir
Ortadoğu devleti (Türkiye) arasında, bir Doğu halkının (Musul
ahalisi) kaderinin (orijinal metinde 'entre une grande Puissance
occidentale et un Etat du Proche-Orient au sujet de la
détermination du sort d'une population orientale')" tayini
olduğunun altını çizmiştir.
Ankara tarafından kaleme alınan diplomatik yazışmaların da ortaya
koyduğu gibi Türkiye, Musul Sorunu'nun çözümü sürecinin başlarında
İstiklâl Harbi sırasında benimsediği ideolojik çizgiyi sürdürmüş,
Kürdleri ve "Kürdistan"ın bütünlüğünü sahiplenmiş, onlar ile
Türklerin kader ortaklığı ve ayrılmazlığını vurgulamış, kendisini
ise "Batı"nın parçalamaya çalıştığı bir "Ortadoğu" ülkesi ve
"mazlum bir millet" olarak görmüştür.