Siyasetimizin belirgin hususiyetlerinden biri de fazlasıyla sığ
bir entelektüel zemine dayanmasıdır.
Osmanlı son döneminden bu yana kaleme alınan siyasal örgütlenme
programları felsefî derinliğe sahip olmamalarının yanı sıra
"kavramlar"ı tanımlamadan ya da son derece muğlak yorumlar
çerçevesinde kullanmıştır.
Gerçek anlamda entelijensiyanın bulunmadığı, entelektüel
tartışmanın "üretemeyen" ama "aktaran" literati tarafından icra
edildiği bir toplumda bu şaşırtıcı değildir.
Söz konusu "entelektüel zemin yoksunluğu"nun, "siyaset"in
araçsallaştırdığı "kavramlar"ın tartışılması ve yorumlanmasında
önemli sorunlara neden olduğu açıktır. Örneğin, siyasetimizin
araçsallaştırdığı "muhafazakârlık," "sol," "sosyal demokrasi,"
"milliyetçilik" benzeri kavramlar son derece muğlâk ve akışkan
tanımlar üzerinden tartışılmaktadır. Bunun neticesinde söz konusu
kavramların siyasallaştırılması slogan üretme ve "karşıtlık"
ötesine gidemeyen demagojik düşünsel karmaşaya dönüşmektedir.
Kültür ve medeniyet
Güncel siyasetimizde yoğun biçimde kullanılmaya başlayan "millî" ve
"yerli" kavramları da böylesi bir düşünsel çerçevede tartışılmakta
ve siyasallaştırılmaktadır.
Bunun neticesinde "yerellik," "yerlilik," "millîlik,"
"milliyetçilik," "anti-emperyalizm," "geleneği sahiplenme,"
"muhafazakârlık" benzeri kavramlar birbirlerinin eşanlamlısı olarak
kullanılmakta, bu düşünsel karmaşadan da "slogan" düzeyinde siyasal
hedefler üretilmektedir.
Bu tür bir tartışma neticesinde gelinen noktada "millî ve yerli
olmak," II. Abdülhamid döneminin de dahil edilebileceği Tanzimat
sonrası modernleşme siyasetlerinin karşıtı, on dokuzuncu asır Alman
"kultur" kavramsallaştırması gibi demokratik değerlerle ifade
olunan "medeniyet"ten ayrılan bir "özgün değerler sistemine" atıfta
bulunmaya başlamıştır. Bu "özgünlük" ise kendi hususiyetlerinden
ziyade aynı muğlâklıktaki bir "Batı" kavramsallaştırmasının
"değerleri"ne karşıtlık üzerinden şekillenmektedir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde "millîlik ve yerlilik", yirminci
yüzyıl sonunun, kaba Weberyen bir "ahlâk" yaklaşımıyla da
desteklenen "Asya Değerleri" benzeri bir kavramsallaştırmaya
evrilebilme potansiyelini taşımaktadır.
Bunun ise şiddetle kaçınılması gereken bir gelişme olacağı izahtan
varestedir.
Asya değerleri
1990'lı yıllarda olağanüstü bir hızla gelişen, Dünya Bankası'nın
kullandığı ifade ile "kalkınma mucizeleri yaratan" Doğu Asya
ekonomilerinin başarıları tartışılırken, bunun arka planında
"birey"in önüne "toplum"u geçiren, "rekabet" yerine "dayanışma"yı
teşvik eden, "sadakat" ve "itaat" benzeri davranış biçimlerini
yücelten bir "değerler manzumesi" olduğu tezi yaygın kabul
görmüştü.
Bu yaklaşım, Weber'in girişimcilik ve sermaye birikimine engel
olduğunu düşündüğü Konfiçyüsçü değerlerin tersine bir işlev
gördüğünü iddia etmekle kalmıyor, onlar üzerinden açıklanan "Asya
değerleri"nin, Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezinde mündemiç, Batı
merkezli "seküler liberalizm"in "sonsuza kadar sürecek tartışmasız
egemenliği"ne alternatif oluşturduğunu da savunuyordu.
Fukuyama ve Huntington'ın "kültür" ve "uygarlıklar" temelli
yaklaşımlarının revaç bulduğu bir dünyada böylesi bir tahlilin ilgi
uyandırması doğaldı.
Malezya'da Mahazir bin Muhammed, Singapur'da Lee Kuan Yev,
Japonya'da Eisuke Sakakibara benzeri siyasetçi ve iktisatçılar
"hızlı kalkınma"yı "kültürel özgünlük"ten yola çıkarak açıklarken
bunun yanı sıra Soğuk Savaş sonrasında ABD'nin evrensel değerleri
küresel egemenlik yolunda araçsallaştırmasına da karşı çıktıklarını
düşünüyorlardı.
Gördüğü ilgiye karşılık "Asya değerleri" kavramsallaştırmasının
anlamlı bir tahlil aracı sunmadığı ve popüler bir slogan olmanın
ötesine geçemeyeceği ortadaydı. Amartya Sen'in derinlikli bir
analizle vurguladığı gibi ekonomik gelişmeyi böylesi indirgemeci ve
muğlâk bir kavramsallaştırma üzerinden açıklayabilmek mümkün
değildi.
Nitekim bu mekanik sebep-netice ilişkisi 1997 Asya Finans Krizi
sonrasında bir kenara bırakılmış, unutulmaya yüz tutmuştur.
"Asya Değerleri"nin "kalkınma" alanındaki açıklayıcılığının bir
kenara bırakılmasına karşılık "Batı hegemonyasındaki bir dünyanın
oluşumu önündeki engel ve ona alternatif" olarak
siyasallaştırılması sürdürülmüştür.
Bu ise "demokrasi karşıtı" siyaset arayışlarının düşünsel zeminini
oluşturmuştur.
Tayvan eski cumhurbaşkanı Lee Teng-hui "Asya değerleri"nin, son
tahlilde, otokratik siyaset aracı olarak kullanıldığını vurgularken
önemli bir noktaya parmak basmıştır.
Nasıl siyasallaştırılmalı?
Türkiye'de değişik anlamlar yüklenen, tanımları muğlâk "millî" ve
"yerli" kavramsallaştırmalarının "Asya değerleri"ne benzer ve
demokrasi karşıtı bir siyasal yaklaşıma evrilmesi önemli sorunları
beraberinde getirebilir.
Bu kavramsallaştırmalar, "Batı"nın coğrafyasına müdahalesinden
endişe duyan, onun değişik mehâfilinde revaç bulan İslâmofobik
"medenîleştirme misyonu"nu değerlerine yönelik saldırı olarak gören
bir toplumda, "üniversel değerler"in "emperyalizm hizmetinde
söylemler" olarak değerlendirilebilmesine yol açabilmektedir.