İktidar ve "güç" ile "kültür" arasındaki karmaşık ancak
belirleyici ilişki bilhassa Antonio Gramsci'nin hakim sınıf
egemenliğinin temel araçlarının "zorlama" ve "baskı" olduğunu
savunan ortodoks Marksist yaklaşıma getirdiği eleştiri sonrasında
daha kapsamlı biçimde tartışılan bir konu olmuştur.
Gramsci'nin de belirttiği gibi "zor" kullanarak iktidara
gelinebilmekte, buna karşılık, onun sürdürebilmesi ancak meşruiyet
kazanma ve toplumsal destek almakla mümkün olabilmektedir.
"Kültürel hegemonya" ise bu hedefe ulaşmanın temel aracıdır. Bu
anlamıyla "hegemonya," alenî bir "baskı"ya atıfta bulunmaktan
ziyade değerler, davranış biçimleri ve ahlâkî doğruluk ölçütlerini
belirleyerek yerleşik düzeni, toplum ile varolan "güç merkezli
ilişkisi"nde tahkim eden, bir aracı kavramsallaştırmaktadır.
Sosyalleştirme ve iletişim aracılığıyla günlük yaşamın her
katmanına nüfûz eden bu "hegemonya," son tahlilde, "zor" değil
"ikna," "benimseme" ve "içselleştirme" temelli bir ilişkiyi
şekillendirmektedir. Bunun neticesinde ise yönetici sınıf ve
yerleşik düzenin "ahlâk," "kültür" ve "değerler"i bir toplumsal
taban tarafından benimsenmektedir.
Diğer bir ifadeyle bu taban, egemen sınıfın değerlerini Orwell'in
1984 romanında resmettiği türde "zihinleri kontrol altına alan" bir
baskıcılık neticesinde değil "kendilerini fethedenlerin lisanını
kullanmaya başlayan," onun prestijinden yararlanmaya çalışan
topluluklarda görüldüğü gibi "gönüllülük" göstererek
benimsemektedir.
Konuya tarihimizden bir örnekle yaklaşacak olursak, Kemalist rejim
iktidarını sadece "baskı" ve "yasakçılık" ile değil "kültürel
hegemonya"nın etkisi altında yerleşik düzene gönüllü olarak destek
veren, onun değerlerini içselleştiren toplumsal tabanlar
aracılığıyla yürütmüştür.
Bu açıdan bakıldığında "kültürel hegemonya," baskıcılık artıkça
görünürlülüğünün artmasına, totaliter bir rejimde liberal bir
demokrasiye göre daha yoğun biçimde hissedilmesine karşılık, tüm
toplumlarda varolan bir olgudur. Ancak onun ileri demokrasilerde
dengelenebildiği de ortadadır.
?Muhafazakâr eleştiri
Bu genel yorumun yanı sıra değişik toplumlardaki muhafazakârların
bir "liberalsol kültürel hegemonya"nın varlığını siyasal iktidardan
bağımsız olarak sürdürmesinden şikâyetçi olduklarının altı
çizilmelidir.
Bu yaklaşım, sanat dünyası, akademi ve ana akım medyada süregelen
bir "liberal- sol iktidar"ın "siyasal doğruluk" ve "ahlâkî
belirleyicilik" benzeri alanlarda tekel oluşturduğunu, bu nedenle
de sanatçı, akademisyen ve gazetecilerin Gramsci'nin vurguladığına
benzer bir "benimseme" ile bu "hegemonya"yı içselleştirdiğini
savunmaktadır.
Muhafazakâr çevreler bu "kültürel hegemonya"ya yirminci asrın
ikinci yarısından itibaren artan bir ivme ile savaş açarak
"alternatif" sanat, akademi ve medya oluşturma gayreti içine
girmişlerdir. Richard Nixon tarafından Yüksek Mahkeme üyeliğine
getirilecek olan Lewis Powell Jr., 1971 yılında kaleme aldığı ve
"Powell Lâyihası" olarak şöhret kazanan değerlendirmesinde bu
"hegemonya"nın kırılmasının yol haritasını çizmiştir. Bu lâyiha
sonrasında muhafazakâr çevreler Heritage Foundation benzeri
"düşünce kuruluşları (think tank)," üniversite kürsüleri ve medya
organları kurarak "kültürel denge" oluşturma gayreti içine
girmiştir.
Benzer şekilde, Sean Gabb'in muhafazakârların "liberal kültür
devrimi" sonrasında İngiltere'de "kültürel iktidar"ı nasıl geri
aldığını anlatan çalışması, "sağ" siyasal iktidarların
"sol-liberal" kültürel egemenliğe karşı devlet gücünü de kullanarak
kapsamlı dönüşümler yaratabildiklerini ortaya koymaktadır.
Muhafazakârlık bunu yeterli bulmamış ve "liberal-sol kültürel
hegemonya"dan şikayeti sürdürmüştür.
Gerçekten de alternatiflerin varlığına karşılık pek çok toplumda
"liberal" gazete ve televizyon kanallarının ağırlığı hissedilmekte,
muhafazakârlık sanat dünyasında sınırlı destek görmekte, akademide
ise marjinalleşmektedir.
Yoel Inbar ve Joris Lammers'in sosyal psikoloji uzmanları üzerine
yaptıkları araştırma benzeri çalışmalar akademide "parti çizgisi"
olarak yorumlanması mümkün liberal yaklaşımların egemenliğini buna
karşılık muhafazakârlığın "açığa vurulmaması tercih edilen" bir
eğilim haline geldiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye örneği
Cumhuriyet sonrasında dindarlığa indirgenen muhafazakârlığın büyük
ölçüde kültürel alan dışına itildiği Türkiye, kültürel hegemonya
alanında ilginç bir örnek sunmaktadır. Bu misâlde kendisine
"dindarlık ile özdeşleştirilen muhafazakârlık" karşıtlığı anlamında
"ilericilik" pâyesi bahşeden ve bunu otoriter rejim araçlarıyla
topluma benimsettirmeye çalışan "sol Kemalist kültürel hegemonya"
şekillenmiştir.
Siyasal ve ahlâkî "doğruluk" tekeli oluşturan ve "değerleri"nin
üstünlüğünü tartışılmaz kılan bu "hegemonya" sanat, akademi ve ana
akım medyada, tek parti yönetimi sonrasında da süren ve
iktidarların eğilimlerinden etkilenmeyen bir "parti çizgisi" tesis
etmeye muvaffak olmuştur.
Muhafazakârlık buna tepki olarak ABD ve İngiltere'dekilere benzer
vakıflar, düşünce kuruluşları, medya organları ve üniversiteler
kurarak ve vesayet zayıfladıkça devlet gücünü de devreye sokarak
"kültürel muhalefet" oluşturma gayreti içine girmiş, bunda da
hatırı sayılır başarı kazanmıştır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de kültürel alanda pek çok
toplumdaki muhafazakârların kıskanacağı bir "denge"
sağlanmıştır.
Bu, şüphesiz, toplumsal çoğulculuğa katkıda bulunan bir gelişmedir.
Ancak "sol Kemalist kültürel hegemonya" eleştirisi ve buna karşı
devlet gücünün devreye sokulmasının benzer bir yapı inşa etme
tehlikesini de içerdiği gözden kaçırılmamalıdır.
Bu eğilim, Türkiye benzeri toplumlar için ABD ve İngiltere gibi
örneklerden farklı bir riski beraberinde getirmektedir. Siyasette
"seçimi kazanan hepsini alır" yaklaşımının egemen olduğu Türkiye'de
kültür telâkkisi de kolaylıkla "hegemonya"nın araçsallaştırıldığı
"nesil yetiştirme tasavvurları"na dönüşebilmektedir.
Bu açıdan bakıldığında liberal demokrasilerin kültürel hegemonyanın
"tek tip vatandaş yaratma" projelerine dönüşümünü önleyici
frenlerinden yoksun olan Türkiye'de anlamlı "kültürel çoğulculuk"
isteklerinin "farklı hegemonya" tasavurlarına evrilmesi mümkün
olabilmektedir.
Gramsci'nin geçen yüzyılda vurgulamış olduğu gibi "kültür"ü
araçsallaştırak meşruiyet sağlama ve toplumsal taban genişletmeye
çalışmayan bir egemenlik tasavvur edilemez. Buna karşılık, Türkiye
gibi siyasetin "davalar savaşı" olarak kavramsallaştırıldığı bir
toplumda "kültürel iktidar"ı "zararlı karşıtlar"a bırakmama gayreti
kolaylıkla toplum mühendisliğine dönüşebilmektedir. Türkiye bunu
Erken Cumhuriyet tecrübesiyle bizatihi yaşamış bir toplumdur.
Dolayısıyla da muhafazakârlığın kültürel çoğulculuk talep ederken
bu deneyimin tekrarından kaçınması son derece önemli bir
zorunluluktur.