Cumhuriyet sonrasında "kaynaşmış bir kitle" olmadığımızın açıkça
ifade edilebilmesi için uzunca bir sürenin geçmesi gerekmiştir.
Ancak "kendimiz olduğumuzu" yüksek sesle söyleyebilmemiz, özgünlük
ve farklılığımızı "sağ," "sol" benzeri maskeler arkasına
saklanmadan dile getirebilmemiz, "eşit vatandaşların çoğulcu
toplumu"na ulaşma alanında "gümüş kurşun" işlevi görmemiştir.
"Öteki"ni dönüştürme hedefinin terk edilmesi de aynı hedefe varış
konusunda arzulanan etkiyi yaratmamıştır.
Bu alanda oluşan beklenti uzun süreli yukarıdan aşağıya "tek
tipleştirme" siyasetlerinden kaynaklanmış ve "kendimiz olduğumuzu"
serbestçe ifade etme ile "Ötekileştirme"nin terkinin liberal
demokrasi eşiğini atlamayı sağlayacağı düşünülmüştür.
Buna karşılık kimlikler etrafında kutuplaşan, dönüştürülmesinden
vazgeçilen "Öteki"nin giremediği, yüksek duvarlarla çevrili
"alanlar"a ayrılmış bir toplumun "çoğulculuk"a ulaşması mümkün
olamamaktadır. Bu nedenle Türkiye farklı kimliklerin buluştuğu,
tartıştığı ve uzlaştığı "ortak alan"ı genişletmek zorundadır.
Kimlikleri ifade yeterli mi?
Kimliklerin özgürleştirilmesi yoluyla "çoğulculuk"a ulaşılması
beklentisi gerçekçi değildir. Örneğin, ifade olunmasında sorun
yaşanmayan kimlikler etrafında örgütlenen ve yönetilen Lübnan
çoğulcu bir demokrasi olmanın oldukça uzağındadır.
Toplumun benzer şekilde örgütlendiği, "kimlik"in tabi olunan
hukuktan sahip olunabilecek mesleklere, kullanılabilecek renklerden
ödenecek verginin oranına ulaşan alanda belirleyici olduğu Osmanlı
düzeni de "çoğulcu" nitelik taşımamıştır. Bu konuda genellikle
düşülen hata "hiyerarşik çok kültürlülük" ile "eşitlik ve ortak
ahlâk" temeli üzerine yükselen "modern kozmopolitlik"in benzer ya
da bunlardan birincisinin ikincinin geçmişteki biçimi olduğunun
varsayılmasıdır.
Dolayısıyla Slavoj Zizek'in değişik forumlarda savunduğunun tersine
"kimliklere alan açma" ve "çok kültürlülüğe müsaade etme"
kendiliğinden "çoğulcu" ve "demokratik" topluma geçişi
sağlamamaktadır. Kimlikler arası "hiyerarşi" ve "ayrı alanlarda
yaşam" "çok kültürlülük"ün çoğulculuğa katkısını
sınırlamaktadır.
Bunun yanı sıra Lübnan ve Osmanlı örneklerinin gösterdiği gibi
"kimlikler"e aidiyetin toplumsal örgütlenme üzerindeki
belirleyiciliğinin güçlenmesi "çoğulcu" liberal demokrasiye dönüşüm
için gerekli olan "ortak alan"ın yaratılmasını da
zorlaştırabilmektedir.
Dönüştürmemek yeterli mi?
Hiyerarşik çok kültürlülük içinde dar bir "ortak alan"a sahip olan
Osmanlı toplumu modernlik sonrasında kapsamlı bir dönüşüm
programını hayata geçirmeye çalışmıştır. Toplumun tüm fertlerini
"Osmanlılar"a dönüştürmeyi hedefleyen bu mega proje, mevcut tüm
alanları ortadan kaldırmak yoluyla kapsayıcı bir "ortak alan"
yaratmanın hedefe ulaşmanın en kestirme yolu olduğunu
varsaymıştır.
Bir taraftan yenilikçi, yapıcı ve katılmak isteyenlere "açık" olan
bu dönüşüm projesi diğer taraftan herkesi, gereğinde zor
kullanarak, "ortak alan"a sokmayı hedeflemesi nedeniyle "yıkıcı,"
"yasakçı" ve "çatışmacı" karakter taşımıştır.
Toplumun üyelerini, yukarıdan aşağıya inşa edilen bir "ethnos" ile
Fransız Üçüncü Cumhuriyeti ikizi bir "cumhuriyet"in tekil bir
"medeniyet"i içselleştirmiş "vatandaş"larına dönüştürmeyi
hedefleyen Erken Cumhuriyet projesi de benzer niteliklere sahip
olmuştur. Bu proje de katılmayı arzulayanlara "açık" ve
"kapsayıcı," buna karşılık, farklılıkları korumak isteyenlere karşı
"cezalandırıcı" ve "yasakçı" olmuştur.
Çok partili yaşama geçiş de büyük dönüşüm projelerini
sonlandırmamıştır. "Ötekiler"in dönüştürülmesi,
"medenîleştirilmesi/ doğru yola getirilmesi" yeni mega siyasal
projelerin de temel hedefini oluşturmuştur. Ancak yaşanan görece
demokratikleşme kâğıt üzerinde hayata geçirilmeleri kolay görülen
bu tasavvurların gerçeklikle uyumsuzluğunun anlaşılmasına yardımcı
olmuştur.
İvmesi artan kutuplaşma, neden olduğu kapsamlı olumsuzluklara
karşılık, toplumun "dönüştürülmesi" imkânsız genişlikte
katmanlardan oluştuğunun fark edilmesini de sağlamıştır. Gelinen
noktada mega projeler en azından söylem düzeyinde "dönüştürme"
hedefinden vazgeçmiş ve "Öteki"nin varlık ve yaşam hakkını
kabullenmek zorunda kalmışlardır.
Bu, yaklaşık iki asırdır değişik toplumsal mühendislik projeleri
çerçevesinde dönüştürülmeye çalışılmış bir toplum için önemli bir
gelişmedir. Buna karşılık "Öteki"nin var olduğu, onun
"dönüştürülmesi" girişiminin "toplumsal çatışma" anlamına
geldiğinin kabulünün Türkiye'yi liberal bir demokrasi ve çoğulcu
bir yapıya dönüştüreceğinin düşünülmesi gerçekçi değildir.
Birbirlerini "Ötekileştiren" kutupların "dönüştürme"yi bir kenara
bırakmalarına karşılık özgün, diğerlerine "kapalı" alanlarına
çekilerek "ortak alan"ı terk ettikleri bir toplumun çoğulculuk
temelli demokrasi hedefine ulaşabilmesi imkânsızdır.
Ortak alanın genişletilmesi
Türkiye "kendimiz olabilme" ve "Ötekini dönüştürme hedefini terk
etme" alanlarında olması gerekene yakın bir noktaya gelebilmiştir.
Buna karşılık bu olumlu gelişmenin bir "bitiş" değil başlangıç
noktasına ulaşımı sağladığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu noktada kimliklerin baskı altına alınması ve "Öteki"nin
dönüştürülmeye çalışılması nedeniyle daralan "ortak alan"ın
genişletilmesi hedefine ulaşım için yeni girişimler yapılması
gereklidir. Bu ise hamasî "kardeşlik," "birlik ve beraberlik"
söylemlerinin ötesinde açılımları zorunlu kılmaktadır.
Söz konusu alanın genişletilebilmesi kimlikler özgürleşirken
siyasetin onlar etrafında şekillenmesini ve aidiyetler arasında
hiyerarşi oluşmasını engelleyecek, onlara "kör," "vatandaşlık
temelli" ve "hukuk devleti" güvencesi sunan bir "demos"
tasavvurunun benimsenmesi ile mümkün olabilir.
Böylesi bir yapıya "zorlama," "yasaklama" ya da "dönüştürülerek"
değil rızalarıyla ve "kendileri olarak" katılacak "vatandaşlar"
farklılıklarına karşılık genişletilmiş bir "ortak alan"da
buluşabileceklerdir.
Diğer alanları ortadan kaldırarak değil onlara saygı göstererek ve
onlarla değişik noktalarda kesişerek genişletilecek bu "ortak alan"
çoğulcu demokrasi eşiğini aşmamıza da önemli katkı sağlayacaktır.
Söz konusu genişlemenin "Anadolu kültürü," "kardeşlik" "aynı
toprağın çocukları olma" benzeri, anlamsız olmayan ancak çoğulcu
demokrasinin gerekli kıldığı "ortak alan"ın yaratılmasına sınırlı
katkı verebilecek söylemlerle sağlanamadığı unutulmamalıdır.
Bu ise "ortak alan"ı genişletecek yeni "demos" tasavvurumuzun,
kulağa hoş gelen ancak "amaç"a atıf yapan, dolayısıyla da
araçsallaştırılması mümkün olmayan "birlik ve beraberlik" yerine
"farklılıklara saygı" ve hamasî "kardeşlik" değil sınırları hukuk
tarafından çizilen "vatandaşlık" temelinde inşa edilmesinin
gerekliliğini ortaya koymaktadır.