Günümüzde "çoğulcu (pluralist)" olmayan ya da bu kavrama
doğrudan "eleştiri yönelten" siyaset kuramcısı bulmak kolay
değildir. Buna karşılık "söylem" düzeyinden uzaklaşıldığında söz
konusu "kuramcılar"dan önemli bir bölümünün gerçekte "tekçi
(monist)" yaklaşımları savunduğu görülebilmektedir.
Benzer bir gözlemi toplumumuz siyaseti için de dile getirmek
mümkündür. Söylem düzeyinde "çoğulculuk" karşıtı ana akım siyasal
örgütlenmelerinin yokluğuna karşılık onlar tarafından
içselleştirilen tasavvurlar "çoğulculuk karşıtı" ve "tekçi"
eğilimleri ortaya koymaktadır. Bunun Türkiye siyasetinin yapısal
sorunlarından birisi olduğu şüphesizdir.
Felsefeden siyasete
"Tekçilik-çoğulculuk" tartışması felsefenin asırlara yayılan temel
tartışmalarından birisidir. Parmenides'in varlığın "ebedî tekliği"
vurgusuna karşılık Demokritus benzeri atomcuların "varlıkların
farklı unsurlardan oluştuğu" yaklaşımı ile başlayan bu tartışma
ilerleyen asırlarda Leibniz çoğulculuğu ve Hegelci tekçiliğe ulaşan
kutuplara evrilmiş, ancak ikinci yaklaşımın egemenliği uzun bir
süre doğal karşılanmıştır.
William James'in 1909'da verdiği ve daha sonra kitaplaştırılan
"Çoğulcu Evren" konferansları, bir anlamda, on dokuzuncu yüzyıl
sonlarından itibaren fazlasıyla hırpalanan Hegelci "felsefî
tekçilik"e öldürücü darbenin vurulmak üzere olduğunun
habercisiydi.
James'in en çarpıcı değerlendirmesi "çoğulculuklar"ın "çeşitliliği"
ve bunların her birinin alanını diğer "çoğulculuklar"a karşın
savunabileceği idi. Merkezine "rekabet ve çatışma"yı yerleştiren bu
değerlendirmenin "siyaset kuramı"na yansımalarının olması
kaçınılmazdı. Ancak siyaset alanındaki çoğulculuk vurguları uzun
süre Hegelyen "kutsal devlet" yaklaşımına felsefî düzeyde
yöneltilen itirazlar olmanın ötesine gidememiştir.
Buna karşılık Isaiah Berlin'in de vurguladığı gibi "çok sayıda ve
birbirleriyle sonu gelmeyecek çatışma yaşayan değerler"in var
olduğu bir dünyada yaşadığımız 1945 sonrası siyaset kuramcıları
tarafından da anlaşılmıştır. Arendt, Aron, Hayek, Popper benzeri
düşünürler "modern siyaset"in "çoğulculuk"u göz ardı eden
yaklaşımlarla anlaşılmasının imkânsızlığını, Rawls ise özgür
kurumlar tarafından yönetilen bir demokrasinin sadece "çoğulculuk"
ile mümkün olabileceğini vurgulamış, ona "bir olgu" olarak
yaklaşmıştır.
Günümüz gerçekliğinde bu yaklaşımların "söylem" düzeyinde revaç
gördüğü ortadadır. Ancak bu yapılırken genellikle önemli bir hataya
düşülmektedir. Bu da "çoğulculuğun liberalizm ile eşanlamlı
olduğu"nun varsayılmasıdır. Halbuki John Gray'in de vurguladığı
gibi liberalizm ve çoğulculuk "rakip" kuramlardır.
Siyasal çoğulculuk, son tahlilde, "ortak yaşamın sürdürülmesini
sağlayacak, koşulları değişime açık uzlaşma" yâni "modus vivendi"
yaratılmasını hedeflemektedir. Buna ulaşım için liberal kurumlar
şüphesiz araçsallaştırılabilir, ancak bunlar "üniversal otorite"
iddiasında bulunduğunda "çoğulcu" ve "liberal"ler siyaseti farklı
kulvarlarda yapmak zorunda kalmaktadır.
Siyasal çoğulculuk "iyi" ve "toplumsal yarar"ın belirlenmesi
alanında araçsallaştırılması önerilebilecek "değerler"in bir
hiyerarşiye tabi olmadan yarışmasını gerekli kılmaktadır. Diğer bir
ifade ile herhangi bir "değer/iyilik"in diğerlerini de içeren "en
üst değer/iyilik (sunnum bonum)" ve "ölçü" haline gelebildiği bir
yapıda "siyasal çoğulculuk" mümkün olamamaktadır. Bu tespit
yapılırken "değer çoğulculuğu (value pluralism)"nun "relativizm"den
farklı olduğunun da altı çizilmelidir.
Türkiye ve çoğulculuk
Bu çerçevede değerlendirildiğinde siyasal çoğulculuğun hayata
geçirilmesi kolay olmayan bir ideal olduğu vurgulanmalıdır.
Tekçiliğin kesintisiz egemenliğini sürdürdüğü, toplumun büyük
çoğunluğu tarafından doğal görüldüğü Türkiye'de bunun çok daha zor
olduğu şüphesizdir.
Unutulmaması gerekir ki, William James ve Bertrand Russell değişik
açılardan Hegelyen tekçiliğe ağır darbeler vururken, Baha Tevfik
benzeri Osmanlı bilimcileri onu materyalist bir kalıba sokmakla
yetinen Ernst Haeckel'in "Monizm"ine dört elle sarılmışlardı.
Bilimcilik temelli Erken