Toplumunu disiplinlerarası bir yaklaşım ve tarihî bağlamından
koparmadan inceleyerek çarpıcı değerlendirmelere ulaşan Şerif
Mardin'in vefatı sonrasında "mahalle baskısının mucidi" olarak
hatırlanması Türkiye'ye ayna tutmaktadır.
Mekanik olmayanı kavrayamayan, seviyesini aşanı ezberindeki
klişelere indirgeyerek "yargılayan," Gresham kanununun her alanda
işleyerek "kötünün iyiyi piyasadan kovduğu" bir toplumda merhum
Mardin'in yaşamı boyunca "derinlik" faturası ödemiş olması
şaşırtıcı değildir.
Disiplinlerarası yaklaşım
Mardin, Amerikan eğitim sisteminin de etkisiyle, disiplinlerarası
yaklaşımı benimsemiş ve toplumunun değişik cephelerini bu çerçevede
analiz ederek önemli katkılar sunmuş bir bilim insanıydı.
Bu açıdan değerlendirildiğinde Mardin, bizatihi bir disipline
"katkı yapan" bir akademisyen değil "bir toplum"u değişik
disiplinlere ait araç ve yaklaşımlar kullanarak tahlil eden, bunun
neticesinde de onu "anlama" alanında önemli ipuçları sunan bir
kişilikti.
Dolayısıyla onu "sosyoloji," "siyaset bilimi," "tarih" benzeri
disiplinler çerçevesinde değerlendirmek zordur. Mardin, değişik
literatürlere hâkimiyeti neticesinde, düşünce ve iktisat
tarihinden, siyaset bilimi ve din sosyolojisine uzanan bir alanda
toplumumuz hakkında "çok yönlü" analizler yapabilmiştir.
Tarihî bağlam
Mardin'i benzer tahliller yapanlardan farklı kılan ele aldığı
konuları "tarihî bağlamlarına oturtarak" değerlendirmeye
çalışmasıdır.
Tanzimat'tan "İkinci Meşrutiyet"e uzanan zaman dilimini birincil
kaynakları değerlendirerek incelemiş olması, Mardin'e meseleleri
"uzun süreçler" içinde tahlil edebilme imkânı sunmuştur.
O, bunun neticesinde Türk siyasetinin "otokratik geleneği"nden
"merkez-çevre ilişkisi" ve "dinî cemaatlerin toplumsal rolü"ne
uzanan bir yelpazedeki konularda, toplumu anket formları tasnif
ederek anlayabileceklerini zanneden "siyaset bilimciler" (Mardin'in
"içerik analizi" benzeri araçları Türk akademik çevrelerine
tanıttığı da unutulmamalıdır) ve 1923 öncesinde "toplum
olmadığımızı" düşünen "sosyologlar"dan farklı olarak "derin," uzun
soluklu analizler yapabiliyordu.
Tarihî bağlamları kavrama Mardin'e bunun yanı sıra resmî
ideolojinin temel tezlerindeki ciddî zaafları da görebilme imkânı
sağlıyordu.
Yeni Osmanlılar üzerine yaptığı derinlikli çalışma, Namık Kemal ve
arkadaşlarının "hürriyet" talep etmekle kalmayarak İslâmî vurguları
güçlü bir anayasacılık hareketi geliştirdikleri, Tanzimat romanını
tahlili "aşırı Batılılaşma"nın ciddî toplumsal tepki doğurduğu, Jön
Türkler üzerine kaleme aldığı eser onların temel sorununun
"özgürlük" olmadığı ve İttihad ve Terakki'nin asır sonu Batı
düşüncesinin "otoriterliğe zemin hazırlayan" kuramlarından
etkilendiğini ortaya koyuyordu.
Yeni Osmanlıların modernlikle "İslâm"ı bağdaştırmaya çalıştıkları,
II. Abdülhamid rejimine karşı savaşan Jön Türklerin otoriter
tasavvurlar geliştirdikleri ve onların inşa ettiği devletin kurucu
ideolojisinin felsefî derinlikten yoksun olduğu benzeri tespitler,
"olgular"ı mekanik tarihî gelişme şablonuna uydurmaya çalışan resmî
ideolojiye ciddî eleştiriler getiriyordu.
Bir anlamda Mardin'in yaptığı "görünür gerçeklikler"in nedenlerini
derinlikli analizler çerçevesinde tahlil etmekti. Ama "dindarlıkla
modernliğin bağdaşamayacağını" savunan, "din-bilim çatışması"
temelli ideolojisini yüksek felsefe ürünü bir "Aydınlanma reçetesi"
olarak kutsayan "resmî Türkiye" için bunlar "kabûlü mümkün olmayan"
tespitlerdi.
Dolayısıyla Mardin, "resmî Türkiye" nazarında, "Bediüzzaman Said
Nursi Olayı" kitabı sonrasında değil ilk çalışmalarından itibaren
"çatlak sesler çıkartan" bir entelektüeldi. Resmî ideoloji
eleştirisi ve "hesaplaşma" benzeri bir "amaç" ile yola çıkmamış
olması kendisine duyulan iğbirarı azaltmıyordu.
Resmî ideolojinin "olmamaları gerektiği" için "olmadıklarını" iddia
ettiği dinî cemaatleri anlama çabası Mardin'i şüphesiz daha da
"aykırı" bir konuma getiriyordu. "Din araştırmaları"nın "dindarlara
mahsus bir alan" ve "gericilik" olduğunu varsayan, akademisyenin
"vazifesi"nin cemaatleri "anlamak" ve analiz etmek değil "çağdaş
Türkiye'de dinî örgütlenmelerin bulunmaması gerektiğini söylemek"
olduğunu savunan resmî ideoloji için Mardin'in "kabahat" listesi
kabarıyordu.
Konumu, yaşam biçimi ve bilimsel araştırma kalitesinin Mardin'i
benzer tespitler yapan bir "İslâmcı"dan daha "muzır" kıldığı
şüphesizdir.
Resmî ideoloji kutsayıcıları için, öğrenilmesini "amaç" haline
getirdikleri Batı dillerinde edebiyatçı ustalığı ile yazabilen,
şarap markası öğrenerek duhûl ettiklerini düşündükleri bir kültürün
felsefî arka planını kavramış, yaşam tarzı, dindarlık, "eşinin
başörtüsü" üzerinden "gerici" yaftası yapıştıramayacakları,
uluslararası saygınlığa sahip bir akademisyenin bu tespitleri
yapması çok daha tehlikeliydi.
Diğer bir ifadeyle, Mardin ideolojik bir dürtü ile yola çıkmamasına
karşılık bir "ideolojik persona non grata" haline getirilmiştir.
Mardin'i resmî ideolojinin kutsandığı "bilimcilik tapınağı" haline
getirdikleri "akademi"lerine lâyık görmeyenler, ona gerçekte
soyunmadığı bir "rol," uğruna savaşmadığı bir "misyon" ve
gururlanmadığı bir "kahramanlık" bahşetmişlerdir.
Derinlik faturası
Buna karşılık Mardin'i "istenmeyen adam" kılan sadece olgularla
"savaşma" yerine onları "anlamaya" çalışması değildir. Resmî
ideolojinin "felsefî derinlikten yoksun" olduğunu vurgulamak, Guyau
değil Büchner ve vülgermateryalistlerin anladığı anlamda "dinsiz
bir toplum"un temellerini atma projesinin tedricen "felsefesiz,
tarihsiz ve dilsiz" bir toplum yaratma tasavvuruna dönüştüğünü
görebilmek çok da zor değildir.
Fakat Mardin'i "arzusu hilâfına" sakıncalı kılan, bunu "öfkeli bir
muhafazakâr" değil uzun bir süreci değişik disiplinlere ait tahlil
araçları kullanarak "derinlikli biçimde" değerlendiren ve olguları
tarihî bağlamlarına oturtan "soğukkanlı bir akademisyen" olarak
söylemesiydi.
Ne var ki, "derinlik"ten kuşkulanan bir toplumda Mardin, mekanik
şablonları eleştiren Ömer Lütfi Barkan ya da Weber'den esinlenerek
zihniyet tahlili yapan Sabri Ülgener gibi "sadece" dışlanmamış,
"tehdit" sınıflamasına sokulmuştur.
Resmî ideolojinin yanı sıra "Türkiye solu"nun da fikrî sığlığını
vurgulaması, Mardin'i de Cumhuriyet sonrasının en önemli tarihçisi
Barkan ve düşünce tarihi araştırmacılığımızın zirve noktalarından
Ülgener gibi seviyesi düşük eleştiri oklarının hedefi haline
getirmiştir. Ancak Mardin örneğinde "derinlik"in "kutsal yakın
geçmiş" ve "güncel"i anlamayı hedeflemesi nedeniyle ek bir
"tehlike" arz ettiği düşünülmüştür.
Mardin, bu nedenle, yaşamı boyunca "derinlik"in faturasını
ödemiştir. Eserleri ve katkılarına karşılık "mahalle baskısı
mucidi" olarak anılması onun söz konusu bedeli vefatı sonrasında
ödemeyi sürdüreceğini göstermektedir.