Sıklıkla başvurduğumuz "olgu inkârı" çerçevesinde reddettiğimiz
"İki Türkiye" gerçekliğinin kabulü, zor bir hedefi önümüze
koyacaktır. Bu da söylem düzeyinde basit, ancak hayata geçirilmesi
kolay olmayan, "İki Türkiye"nin yerini, "farklıların
beraberliği"nden oluşan, çoğulcu "Bir Türkiye"nin almasıdır.
"Bir Türkiye" yaratılması, Cumhuriyet döneminde bir "dönüştürme"
işlemi olarak algılanmıştır. Bu yaklaşım, "İki Türkiye"nin ancak
onu oluşturan kutuplardan birisinin "dönüştürülmesi," diğerine
benzetilmesi, direnenlerin marjinalleştirilmesi ve gelecek
"nesiller"in yoğrulması ile yaratılabileceğini savunmuştur. Bu ise
söz konusu hedefe toplum mühendisliği planlaması aracılığıyla
ulaşılmak istenmesine neden olmuştur.
"Bir Türkiye"nin, son tahlilde, "dönüştürme," "marjinalleştirme" ve
"nesil şekillendirme" ya da daha kapsayıcı bir kavramsallaştırma
kullanılırsa "tek tipleştirme" ile yaratılabileceğinin
varsayılması, aktörlerin rollerinin değiştiği, buna karşılık,
"senaryo"nun aynı kaldığı bir tasavvurun yeniden üretimi sonucunu
doğurmuştur. Bu ise "İki Türkiye"nin birleşmesi bir yana onun
kutupları arasındaki çatışmanın daha da şiddetlenmesi ile
neticelenmiştir.
"Dönüştürme" tek seçenek mi?
"İki Türkiye"nin, kutuplarından birisinin "eritilmesi" ile "Bir
Türkiye"ye dönüştürülebileceği inancının etkinliğini sürdürmesi,
olumsuz tecrübelere karşılık, yanlış yöntemle doğru neticeler elde
etme alanında ısrarcı olma yaklaşımına verilebilecek çarpıcı
örneklerden birisidir.
Buna karşılık siyasetin toplumsal talepleri örgütleme ve onları
cevaplandırma işlevinin ikinci plana itilerek "geleceğin toplumunu
inşa etme davası" biçiminde kavramsallaştırılması, bunun da "yüksek
siyaset" olarak tanımlanması, "Bir Türkiye"nin "dönüştürme" ve
"marjinalleştirme" dışında yollarla yaratılabileceğinin tasavvurunu
zorlaştırmaktadır.
Bunun neticesinde "Bir Türkiye" yaratma amacı ile girişilen
faaliyet, "İki Türkiye"nin güçlenmesi ve kutuplarının tahkim
edilmesine hizmet etmektedir. Söz konusu çabaların bu gerçekliğe
rağmen sürdürülmesinin ise başlıca iki nedeni vardır.
Bunlardan birincisi "İki Türkiye"yi ayıran
"ilerlemecilik-muhafazakârlık/ laiklik-dindarlık" kutuplaşmasının
kısa fasılalar dışında siyasetin temel ekseni olmayı sürdürmesidir.
Geçen hafta tarihî bir örnek olarak "İki Türkiye" ile
karşılaştırdığımız "İki Fransa"da da benzer bir eksen Orléanizm,
Bonapartizm benzeri seçeneklerin sahneden çekilmesi sonrasında
güçlenmişti. Toplumumuzda da 1950 sonrasında yükselen "sağ-sol,"
"sosyal demokrasi- kalkınmacılık vurgusu güçlü muhafazakârlık"
benzeri eksenlerin süreç içerisinde önemini kaybetmesi, yeniden
Erken Cumhuriyet'in "seküler ilerlemecilik-ihya temelli
muhafazakârlık" eksenine dönülmesine yol açmıştır.
Bu eksenin temel kutuplaşma haline gelişi onun toplumun aslî
sorunsalı olmadığını düşünenlerin dahi bu çatışmada "taraf" haline
gelmesine neden olmaktadır. "İki Fransa" konusunda çarpıcı bir
yorumda bulunan keşiş Dom Bosse iki kutbun "arasında" kalanların
fazla ehemmiyet taşımadığı, çatışma sonlandığında onların "kazanan"
tarafa geçeceklerini ileri sürmüştü.
Cumhuriyet sonrası Türkiyesi'nde de iki kutbun liderliği
konumundakilerin "arada kalanlar" için benzer bir düşünceye sahip
olduğu, "zafer"in "dönüştürme"ye nihaî noktayı koyacağını
varsaydıkları ortadadır. Sorun, "arada kalan" geniş kitlenin önünde
farklı seçeneklerin mevcut olmaması, söz konusu eksenin "doğal"
olduğunun düşünülmesi ve toplumun ona yönlendirilmesidir.
Başarısızlığı tecrübe ile sabit siyaset ve uygulamalarda ısrarın
ikinci temel nedeni ise "çoğulculuk" hassasiyeti fazlasıyla zayıf
bir kültürde "farklıların dönüştürülmesi" ve "marjinalleştirilmesi"
ile tek tip bireylerden oluşan bir toplum yaratılmasının "mümkün"
olduğunun varsayılmasıdır.
Erken Cumhuriyet "hurâfât bataklığında çırpınanlar"ı "aydınlatarak"
dönüştürme, tenevvüre direnenleri "marjinalleştirme" ve yeni bir
müfredat programı ile gelecek nesli "şekillendirme" girişiminde
bulunmuştu. Bunun "dönüştürme" alanındaki başarısı sınırlı olmuş,
marjinalleştirme çabaları karşıt kutbu radikalleştirmiş, 1931'de
yayımlanan Tarih I kitabı benzeri müfredat değişiklikleri ile
yaratılması düşünülen "yeni nesil" alanında da umulan başarı
sağlanamamıştı.
Fransa'da yaşanan 1905 kırılması benzeri bir noktaya ulaşılamayan
Türkiye'de günümüzde, rollerin değişimine karşılık "Bir Türkiye"
inşa etmek için "muhafazakârlaştırarak" dönüştürme, direnenleri
marjinalleştirme ve gelecek nesli yeni bir müfredat programı
aracılığıyla şekillendirme dışında seçenek olmadığının düşünülmesi,
"dönüştürme" temelli paradigmanın sorgulanmaması ilginçtir.
Paradigma değişimi
Erken Cumhuriyet yaklaşım ve uygulamalarının doğurduğu sorunlar
ortadadır. Bunlar söylem düzeyinde iddia edildiğinin tersine
"kaynaşmış bir kitle" yerine kutuplaşan ve çatışan "İki Türkiye"
yaratmışlardır. Gençleri ideolojik vurguları güçlü eğitim
aracılığıyla toplumsallaştırarak yeni nesil yaratma girişiminin ne
denli sınırlı yol alabildiği de ortadadır.
Aynı yöntemleri uygulayarak kutuplaşma ve çatışmanın asgarî düzeye
indirildiği "Bir Türkiye" yaratma girişiminin benzer neticeler
vermekle kalmayarak "İki Türkiye"yi tahkim edeceği şüphesizdir.
Bu nedenle "Bir Türkiye"yi karşı kutbu "dönüştürerek,"
"marjinalleştirerek" oluşturma uğraşı yerine bir paradigma
değişimine gidilmesi gerekmektedir. Herkesin kendisi olarak
katılabileceği, kimsenin marjinalleştirilmeye çalışılmadığı,
eğitimin temel hedefinin tercih edilen eğilim ve dünya görüşlerini
içselleştirmiş, "yaşı genç kopyalarımız"dan oluşan "nesiller"
yaratmak olmadığının kabul gördüğü, "çoğulculuk" temelli bir
toplum, asırlık çatışma ekseninin tedricen önemini kaybetmesine yol
açacaktır.
Asırlık kutuplaşma ve çatışma sonrasında toplumumuzun böylesi bir
değişime gidebilmesi kuşkusuz kolay değildir. Yaşanılan iki büyük
savaş "İki Fransa" arasındaki kutuplaşma ve çatışmanın
küllenmesinde önemli rol oynamıştı. I. Dünya Harbi'ni kutuplaşma
öncesi ve çok uluslu imparatorluk parçası olarak yaşayan, İstiklâl
Harbi sonrasında kapsamlı bir savaşa girmeyen Türkiye'de bunun daha
zor olacağı şüphesizdir. Ancak böylesi deneyimler olmadan da
"çoğulcu" bir toplumda hepimize yer bulunduğu, karşıtlarımızı
"dönüştürme"nin anlamlı, daha da önemlisi "mümkün" olmadığı, yeni
neslin toplumsallaştırma yoluyla tek tipleştirilemeyeceği, bu
alanda zamanın ruhuna karşı koymanın imkânsızlığını görebilmek zor
değildir.
Bu gerçekliğin fark edilmesi, bir asırdır "dönüştürerek,"
"marjinalleştirerek" ve "toplumsallaştırarak" yaratamadığımız "Bir
Türkiye" hedefine ulaşabilme konusunda ilk, ama en önemli adımın
atılmasını sağlayacaktır.
Çoğulcu "Bir Türkiye"nin, bunun yanı sıra, siyasetin daha anlamlı
eksenlerde yapılması, kimliklere kör bir "demos" yaratılması ve
eğitimdeki kalitenin yükseltilmesi benzeri alanlarda da olumlu
değişimleri beraberinde getireceği şüphesizdir.