1960 yılında gösterime giren retro- futuristic "V 2017 Godu
(2017'de)" çizgi filmi, Sovyet söyleminde "Büyük Ekim (Gregoryen
takvimle 7 Kasım) Sosyalist Devrimi" olarak anılan gelişmeden bir
asır sonra dünyanın arz edeceği görünüm hakkında ilginç öngörülerde
bulunuyordu.
Söz konusu film, komünist topluma geçmiş Sovyetler Birliği'nin
bilimsel devrimler sayesinde insanlığı yeni bir aşamaya
ulaştırdığı, hava sıcaklığının kontrol edildiği, nehirlerin
akışının düzenlendiği, barajların atom enerjisi ile çalıştırıldığı,
Alpha Centauri'ye tarifeli seferler yapılan bir dünyayı, Igor adlı
bir çocuğun başından geçenler üzerinden anlatıyordu.
Filmde, kendi kendilerini yok etmiş emperyalistlerin kılıç artığı
bir avuç maceraperestin "büyük devrimin yüzüncü yıldönümünde" ıssız
bir Pasifik adasında kitle imha silahı üreterek sahnelemeye
çalıştığı komplo, aralarında Igor'un babasının da bulunduğu Sovyet
bilim adamları tarafından önleniyor, insanlığın komünist cennette
yaşamasına yönelik tehdit ortadan kaldırılıyordu.
Gerçek yıldönümü
"Ekim Devrimi"nin yüzücü yıldönümünün bu öngörüden oldukça farklı
biçimde idrak olunduğu şüphesizdir. Devrimin anavatanında resmî bir
tören yapılmazken, anma etkinlikleri Sankt- Peterburg'da düzenlenen
bir festival, Duma'da açılan "Ekim Devrimi" konulu resim sergisi ve
Bolşoy Tiyatrosu'nda sahnelenen ve bomba ihbarı nedeniyle kesintiye
uğrayan "Orak ve Çekiç" konseri ile sınırlandırılmıştır. Çin, Kuzey
Kore, Vietnam, Bolivya, Paraguay, Venezüella, Küba benzeri
ülkelerdeki kutlamalar ise Soğuk Savaş dönemi törenlerindeki
görkeme yaklaşmaya muvaffak olamamıştır.
Devrimin hatırlanması alanında en etkili girişim gazeteci-yazar
Mikhail Zugov tarafından 2016 yılı Kasım ayında başlatılarak bir
asır öncesinin kahramanlarının açıklama ve değerlendirmelerini
sosyal medya üzerinden veren "1917 Svobodnaia Istoriia (İngilizce
versiyonu 1917 Free History)" proje olmuştur.
Tarihin "özgür" biçimde yeniden inşa edilmesi şüphesiz, onun
"istikamet ve varış noktası"nı bildiklerini düşünen Bolşevik
liderlerin fazlasıyla "sakıncalı" bulacağı bir yöntemdi.
Benzer şekilde "Ekim Devrimi"nin yıldönümünde Rossiya 1 televizyon
kanalında gösterilen "Demon revolyutsii (Devrimin İblisi)"
dizisinde ("Devrim İblisi," tarihçi Dmitri Volkogonov'un Pravda
yazıları sonrasında Troçki'nin sıfatı haline gelmesine karşılık bu
dizide Alexander Parvus'e atıfta bulunmaktadır) Lenin'in, Osmanlı
entelektüel ve siyasî mehâfilinde geliştirdiği ilginç ilişkiler
nedeniyle yakından tanıdığımız, Parvus (Israel Lazarevich
Gelfand)'a Almanya tarafından yapılacak ödemeler karşılığında
Rusya'yı savaştan çekmeyi taahhüt eden bir siyasetçi olarak
resmedilmesi de yaşanan değişimin boyutlarını simgelemektedir.
Rusya'nın 1917'den günümüze, ya da "bir Vladimir'den diğerine"
yaşadığı değişimler tahayyül sınırlarını zorlayacak niteliktedir.
Bu süreçte insanlığı ileri toplumsal aşamalara taşıyarak cenneti
dünya üzerinde yaratmayı hedefleyen bir ütopya da iflâs
etmiştir.
"Ekim Devrimi" sonrasında şekillenen yapı, gerçekliği kurama
uydurma yolundaki tüm zorlamalarına karşılık dünya cenneti yerine
totaliter bir korku imparatorluğu yaratmış ve doğduğu yerde bir
asır sonra "unutulması, hatırlanmasından yararlı" bir gelişme
olarak anılmıştır.
Bunda Leninist siyasal pratiğin önemli payı olduğu şüphesizdir.
Buna karşılık, Leninizmin günah keçisi haline getirilmesi, Karl
Popper'ın da dile getirdiği gibi, Marksizm benzeri "tarihselci
(historicist)" kuramlardan hareketle "açık toplum" oluşturamayacağı
gerçeğinin göz ardı edilmesine neden olmamalıdır.
Leninist Pratik
Marks, "Gotha Programı'nın Eleştirisi (1875)"nde "sosyalist"
toplumdan "komünizm"e geçiş sürecinde iktidarın "devrimci
proletarya diktatörlüğü"ne dayanacağını savunmuştur. Marks ile
Engels'in Paris Komünü'nü "sosyalist devrim" olarak
kavramsallaştırmaları anlamlı görülmeyebilir; ama onlar bu
gelişmeyi "proletarya diktatörlüğü"nün bir örneği olarak
yorumlamışlardır.
Lenin ise Bolşevik ihtilâlini Paris Komünü'nün tamamlayıcısı bir
gelişme olarak kavramsallaştırmış, sosyalist toplum aşamasında
gerekli olan "proletarya diktatörlüğü"nün ise herhangi bir yasayla
sınırlanamayacak "Komünist Parti diktatörlüğü" aracılığıyla
sağlanabileceğini ileri sürmüştür. İlerleyen yıllarda Stalin bunun
"proletarya diktatörlüğü"nün özü olduğunu vurgulayacaktır.
Parti diktatörlüğü, önemli kısmı Gulaglarda yok olan milyonlarca
yaşama karşılık, sınıf düşmanlarını tasfiye ederek "komünizme
geçiş"i sağlayamamıştır. Sovyetler Birliği de 1977'deki anayasa
taslağı ile Avrupa komünist partilerinin tedricen vazgeçmek zorunda
kaldığı "diktatörlük"ten geri adım atmak zorunda kalacaktır. Buna
karşılık "komünist toplum"a "tüm halkın sosyalist devleti"nde de
geçilemediği gibi bu yapı 1991'de tarih sahnesinden
çekilecektir.
Açık toplum
Lenin'in ürettiği siyasal pratiğin Marks ve Engels'in "doğru
okunmaması"ndan kaynaklandığını savunmak mümkündür, ki bu sıklıkla
dile getirilmektedir. Ancak bunun, "Stalin'in Leninizm'i yanlış
yorumlaması" tezi benzeri bir apolojetizm olmanın ötesine
geçmeyeceği ortadadır.
"Tarihselci" bir kuram olan Marksizm, bilimsel metodu sosyal
ilimlere uygulayarak toptancı bir gelişme şablonu ortaya
çıkartmakta ve buna dayalı bir "kehânet" üretmektedir. Marks'ın
içinde yaşadığı dünyanın ekonomik ve toplumsal gerçeklikleri
hakkında çarpıcı gözlemlerde bulunmuş olması, Marksizmin
"tarihselcilik"ten kaynaklanan zaaflarını ortadan
kaldırmamaktadır.
Engels'in yaşamının sonlarına doğru "proletarya diktatörlüğünün
burjuva parlamenter demokrasisi altında da şekillenebileceği"ni
belirtmiş olduğu doğrudur. Ancak Marksizm siyasal pratiğe
dönüştürülürken Leninist yorum sadece "Ekim Devrimi" sonrası
Rusya'sında değil Arnavutluk'tan Küba'ya tüm örneklerde egemen
olmuştur. Popper'ın da vurguladığı gibi tarihselci bir ideolojiden
yola çıkarak "açık toplum" yaratabilmek mümkün değildir.
Bu açıdan bakıldığında "Ekim Devrimi" bekleneni doğurmuş,
gerçekliği tarihselcilik temelli bir ütopyaya uydurma girişimi
büyük bir insanlık trajedisini yaratmıştır. Buna apolojetik
kaygılarla yaklaşmak, onun "olumlu" neticeleri de olduğunu ileri
sürmek anlamlı değildir.
Bu çerçevede Türkiye'de "Ekim Devrimi" tartışması çerçevesinde
ileri sürülen Hobsbawm'dan mülhem "bu gelişme olmasaydı Nazizm ve
Faşizmin durdurulmaması mümkün olamazdı" tezine de değinmek yerinde
olur.
Çok sayıda entelektüel tarihçinin bu teze cevaben farklı
karşıolgusal okumayla "Ekim Devrimi"nin başarısız olduğu, Komünist
(Üçüncü) Enternasyonal'in var olmadığı bir dünyada Faşizm ve
Nazizm'in zaten iktidara gelemeyeceğini savundukları
unutulmamalıdır.
Olgulara dayanıldığında yapılabilecek en anlamlı yorum ise
Popper'ın ifadesini kullanacak olursak "tarihselciliğin sefaleti"
olmaktadır.