Batı Avrupa ve 1989 sonrasında demokrasi inşa süreci başlatan
Doğu Avrupa ülkelerinde "radikal sağ popülizm," "sağ radikalizm,"
"yeni popülizm," "sağ aşırılık," "milliyetçi popülizm" benzeri
kavramsallaştırmalar aracılığı ile tanımlanan hareket ve partilerin
önlenemez yükselişi eski kıtada kapsamlı bir siyasal dönüşümün
yaşandığını ortaya koymaktadır.
Bu tür hareket ve partiler Avrupa genelinde ulusal, bölgesel ve
mahallî meclislerde temsil oranlarını artırmışlar; Avusturya,
İtalya, Macaristan, Polonya, Yunanistan benzeri ülkelerde ise
koalisyon ortağı ya da iktidar olarak yönetime gelmişlerdir. Tarihî
tecrübesi ve hukukî sınırlamalar nedeni ile bu tür bir partinin güç
kazanmasının mümkün olmadığı düşünülen Almanya'da dahi ana
muhalefet konumuna gelen AfD iktidar "alternatif"i olmaya
soyunmuştur.
Yükselen bu akım, seçim başarıları ve artan temsil payı dışında
siyasal söylem ve temel yaklaşımlar üzerinde toplumsal karşılığının
ötesinde bir tesir icra etmektedir. 1980'lerde sosyal demokratları
derinden etkilemekle kalmayarak sınırlı ölçüde merkez sağda da
etkili olabilen "kültürel relativizm" ile "çok kültürlülük"ün
günümüzdeki "kategorik reddi" büyük çapta "aşırı sağ popülizm"
etkisiyle gerçekleşmiştir. İngiltere'de David Goodhart, Almanya'da
Thilo Sarrazin benzeri "sosyal demokrat" gelenekten gelen kişilerin
süreç içinde radikal "çok kültürlülük karşıtlığı"na yönelmesi
"aşırı sağ" söylemin etkisinin "sağ siyaset" ötesine geçtiğini
gösteren örneklerdir.
Hastalık mı?
Cas Mudde'nin de altını çizdiği gibi "popülist radikal sağ"ın
süregelen yükselişi büyük ölçüde "talep" zaviyesinden
değerlendirilmektedir.
Bu bağlamda yapılan analizler, endüstri ötesi post-moden topluma
geçiş, küreselleşme, kapsamlı göç dalgaları, neo-liberal ekonomik
uygulamalar, refah devletinin gerilemesi, iletişim devrimi,
"siyaset"e duyulan güvenin sarsılması benzeri gelişmelerin bu
ideolojiye yönelik "talep"te patlama yarattığını, marjinal
hareketlerin iktidar seçeneği haline geldiğini savunmaktadır.
Bu yorumda gerçeklik payı olduğu şüphesizdir. Ancak söz konusu
radikalizmi sadece maddecilik ötesi topluma geçişin tetiklediği
"sessiz devrim"in doğurduğu "protesto"ya indirgeyerek küçümsemek
yanıltıcıdır. Arz yönüne bakıldığında "sağ aşırılık"ın
tatminsizlik, hoşnutsuzluk ve düşmanlık hisleri ile ekonomik
sıkıntıların dile getirilmesini sağlayacak bir araç olmanın
ötesinde değerlendirilmesi gerektiği ortadadır. Bu hareketin
akademik literatürde yaygın biçimde yapıldığı gibi bir "hastalık"
ve "anormallik" olarak görülmesi, onun anlaşılmasına yardımcı
olamamaktadır. Böylesi analizler "anormal şartlar" ortadan
kalktığında kendiliğinden şifa bulacak "patolojik sorun"
varsayımıyla hareket ettiği için söz konusu ideolojinin "kendisi
olarak" ve "ne sunduğu"na bakılmaksızın sadece "koşulların ürünü"
ve "tepki aracı" olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır.
Buna karşılık, güncel "sağ aşırılık"ın Batı demokrasilerindeki ana
akım yaklaşımlara bütünüyle yabancı, tarihî kökleri olmayan kısa
ömürlü bir "anormallik" olduğunu düşünmek hatalıdır. Bu hareket pek
çok alanda özgün yorumlar getirmesine karşı Batı düşüncesinin
"temel ürünlerinden birisi" niteliğini haiz ve değişik dönemlerde
Avrupa'da egemen ya da etkili olmuş bir ideoloji temelinde
yükselmektedir.
Yeni faşist dalga
Milliyetçi ve ırkçı vurguları kuvvetli, Yahudi ve yabancı düşmanı
aşırı sağ ideoloji ve hareketler "Belle Époque Avrupası"nda etkili
olmuşlardır. Almanya'da Völkisch hareketi, Wandervogel gençlik
grupları, Fransa'da L'Action Française, İtalya'da Associazione
Nazionalista Italiana benzeri yapılanmalar 1914 öncesi Avrupa'sında
"sağ aşırılık"ın "anormal" görülmeyerek ciddî entelektüel ve
toplumsal desteğe mazhar olan örgütlenmeleriydi.
Bu hareketler üzerine yükselen iki savaş arası faşist hareketleri
ise Salazar'ın Portekiz'inden Smetona'nın Litvanya'sına ulaşan bir
coğrafyada iktidar olmuşlardı. "Faşizm" bu dönemde olağan dışı bir
"hastalık"tan ziyade egemen ideoloji ve rejime atıfta bulunmuştur.
İkinci Dünya Savaşı faşist yapılanmaların hukukî engellemelerle
karşılaşması ve marjinalleşmesine yol açmış, güçlü merkez siyaseti
"sağ aşırılık"ın büyük bölümünü içine alarak ehlileştirmiş, hızlı
ekonomik kalkınma ve yüksek refah seçmenlerin ana akım partileri
etrafında kutuplaşmalarına yol açmıştır. Buna karşılık "düşük oy
oranları"na bakılarak "sağ aşırılık"ın marjinaller ötesinde
toplumsal karşılık bulmadığının ileri sürülmesi anlamlı
değildir.
Günümüzde yükselen ve değişik kavramsallaştırmalar ile yaftalanmaya
çalışılan hareketler Avrupa için "yeni" ve yalnızca "post-modern
gerçeklik" koşullarının yarattığı örgütlenmeler değildir. Onları,
Batı demokrasisinin koşullar düzeldiğinde ortadan kalkacak "arızî
hastalıklar"ı ve psikolojik sorunlara sahip kişilerin buluşma
mekânları olarak görmek ciddî bir indirgemeciliktir.
Bu olgular ışığında, Fransız ve İtalyan neo-faşist hareketleri
üzerine ayrıntılı bir inceleme kaleme alan Andrea Mammone'nin "yeni
sağ popülizm," "milliyetçi popülizm" benzeri kavramsallaştırmaların
yanıltıcı olduğu tespitine katılmamak zordur. Onun da belirttiği
gibi böylesi ifadeler Avrupa'da yükselen yeni faşist harekete
demokratik ve siyasal meşruiyet kazandırmaktadır. Muğlâk "yeni
popülist" ve "neo-faşist" farklılaştırmaları, bu hareketlere
aidiyetleri vurgulanan örgütlenmelerin aynı ideolojik temel ve
tarihî mirâsı sahiplendiklerini göz ardı etmektedir. Bu yapılırken
de faşizmin "popülist" karakter taşıdığı; ama ona indirgenemeyeceği
de unutulmaktadır.
Şüphesiz günümüzün yumuşatılmış, postmodern neo-faşizmi söylem ve
siyaset düzeyinde bu ideolojinin egemen olduğu dönemdeki
örneklerinden farklılaşmaktadır. Yeni jargonda "üstün ırk"
söyleminin yerini "kültürel farklılık," "özgün değerler," "yaşam
tarzımızı koruma" benzeri vurgular almış, Yahudilerin yanına başta
Müslümanlar olmak üzere "göçmenler" eklenmiş, "ihanet ve komplo"
üzerinden devşirilen mağduriyet "kendi ülkesinde kültürünü
yaşayamayan beyaz Avrupalı"nın acıklı durumundan üretilmeye
başlanmıştır. Günümüz neo-faşistleri de Spengler'in "Batı'nın
çöküşü" tezini sahiplenmektedir; ama onlar "Sezar beklemek" yerine
sınırlarını daraltmakla yetinecekleri "demokrasi"de kendilerine yer
açmaya çalışmaktadır.
Avrupa'da yükselenin "adı konulduğunda" gelecek için karamsar
olmamak zorlaşmaktadır. Eski kıtanın ekonomiler düzeldiğinde
marjinalleşecek bir popülizm değil iktidar alternatifi yeni bir
faşist dalgaya maruz kalmasının küresel ölçekli sorunları
beraberinde getireceği ortadadır. "Avrupa değerleri"nin bu harekete
geçit vermeyeceğini savunmak "ferahlatıcı" ancak gerçekçi değildir.
Çünkü faşizm de fazlasıyla "Avrupalı"dır.