Yıllardır ateş hattında Şam. Bizler oraya ilk gittiğimizde, on
yıldan fazla oldu, hayatımın en kutlu anlarından birini yaşamıştım.
Bana kıbleyi ilk işaret eden o zatın, o hak dostunun, kısacası
Şeyhü'l-Ekber namlı İbn Arabi hazretlerinin türbesine varmak nasip
olmuştu çünkü.
Görünüşte alelade bir andı. Türkiye'den gelen bir aydınlar grubu
olarak temaslarının ardından türbe ziyareti de yapacaktık doğal
olarak. Fakat benim için gitgide gür bir sese dönüşerek hiç
kesilmeyecek bir yankıya dönüşecekti bu ziyaret.
Sonradan her şeyin ucunun her şeyle bağlandığını fark etmeye
başladığımda İstanbul ile Şam hattını gönlümde kesintisiz bir dilek
gibi birleştirmeye başlayacaktım. Meğer gönül şehrimizde saraylar
kurup içindeki sultana ulaşmak için ille yeryüzünde kilometreler
katetmek gerekmiyormuş.
Ol sultan bir imiş. Genişledikçe gönül...
O zamanlar İbn Arabi'nin gönül şehrimde yaktığı çerağ titrek bir
mum ışığı gibiydi. O alevi harlayıp yükseltecek olan ise 'En
sevgili'nin cılız alevleri titreştiren, görmeyen gözleri
kamaştıran, içten dışa içe... nurundan bir nefes çekmek olacaktı.
Ki elan o nefesin içindeyiz. Ol ateşten açılan güller gibiyiz.