Yurtiçi veya yurtdışında çeşitli vesilelerle konuşmaya davet
edildiğimde hep aynı hassasiyeti gösteriyorum: Bir yazar olarak
analitik, akademik, sosyolojik tahlillerden kaçmaya çalışıyorum.
Türkiye gibi bir ülkede olayları yorumlayıp adını koyana dek o olay
bambaşka bir boyut alabiliyor ve siz sosyolojik tanımlamalarla o
olayı anmaya başlayana dek o size bambaşka bir veçhesini göstermiş
oluyor.
Bu dinamik yapı, bu değişken ruh, her şeyin iç içe ve birbirini
dönüştürerek devam ettiği bu ülkede beni sabit tahliller yapmaktan
ısrarla alıkoyuyor. Gelenek ve maneviyat üzerine, sanat ve güzellik
üzerine, kültür ve eğitim politikalarımız üzerine konuşurken bile
Allah tekrar etmez, her an bir şe'ndedir düsturuyla, anda açılan
bir bakışı yeğliyorum.
Mesela bir konuşmamda gençler okumuyor diyorsam, bir başka
konuşmamda yeri geliyor ve gençlerin aslında okuduğunu
söyleyebiliyorum. Evet kitap okumuyor olsalar da birbirlerini
okuyorlar ve bu anlamda son derece farkındalık geliştirmişler.
Bir konuşmamda evet özlemin eski tadı yok, sanal alemlerde
birbirimizi devamlı izliyoruz, merak dahi etmiyoruz artık demişsem,
bir başka konuşmamda özlemin ne olursa olsun hangi mecradan
birbirimize ulaşmaya çalışırsak çalışalım kaç bin parçaya
bölünürsek bölünelim mesafelerle açıklanamayan bir duygu olduğunu,
kendi özünü merak etmekle ilgisi olduğunu ve dokunup bir olana dek
özlemin gurbetin hiç bitmeyeceğini söyleyebiliyorum.