İzmir’den, kızı Ayşe’den duydum acı haberi, uzun bir yolculuğa
çıkmak üzereyken.
Çok üzüldüm, cenazesinde olamamak ayrıca üzdü beni.
Ankara’dayken, özellikle Ankara’daki son yıllarında hemen her
cumartesi görüşüyorduk.
Çayyolu’ndaki kafelerde uzun söyleşilerimiz oluyordu.
Sözcüklerine, anılarına musallat olan hastalığın beyninde ağır ağır
nasıl yol aldığının yakın tanığı oldum.
Sözcükler terk edip gidiyordu ustasını.
Sözcüklerin ihaneti bir yazar için ne zordu.
Her zaman zekâ pırıltıları, sevinç pırıltıları gördüğüm gözlerinde
yaşlar görmeye başladım.
Hiç olmazdı bu Dinçer’de... Anneden gelen genler, kaçınılmaz bir
yazgı...
Çoğu Ankaralı gibi ben de ilkin Devlet Tiyatroları sahnelerinde
tanıdım Dinçer’i. Önce TDK toplantılarında, sonra Sanat Sevenler
Derneğindeki karşılaşmalarımız giderek güzel bir dostluğa döndü.
Yakışıklı, konuşkan, hoş sohbetti. Hazır cevaptı... Beyazlar
giymişti bir gün. “Kaptan, kaptan” diye takılmaya başladık.
Sigarayı çok içiyordu, bir tane yakarken bizlere de uzattı. Kimse
almadı. “Sen de içme” dedi biri. “Ee, arkadaş kaptanın gemisi
tüter!” dedi.
Gemi gibi mi desem, tren gibi mi desem hep tüttü sigarası.
Şiirindeki gibi, tütünü acı tüttü. Son yıllarında bırakabildi
sigarayı. Önce aktörlüğüyle tanıdık onu, genellikle yerli
yazarların oyunlarında rol alırdı. İbiş’in Rüyası, Ezik Otlar’daki
oyunculuğu unutulmazdı.
Dinçer aktörlüğünün ardından çok yönlü bir tiyatro ustası olduğunu
gösterdi, oyunlarıyla da tanıdık onu.
Eski...