DARBE gecesine kadar "Her kötülüğün başı Erdoğan, o gitsin de
nasıl giderse gitsin" diyen bir anlayış vardı.
Darbenin püskürtülmesi bu anlayışı, “Ama şimdi her şey Erdoğan’a
yarayacak”a dönüştürdü.
Bu yeni gibi gözüken eski bakış, Fetullahçı propaganda makinesinin
yardımıyla Batı’da da kendine ciddi taraftar bulmuş durumda;
dünyanın ‘saygın’ sandığım gazetelerinde çıkabilen yazıları
okudukça gözlerim yerinden oynuyor.
Oysa meselemiz Recep Tayyip Erdoğan değil; Türkiye.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir lider olarak kapasitesi ve halk
nezdindeki popülaritesi kolayca göz ardı edilebilir bir şey değil
ama şunu görmemiz lazım:
“Eyvah Erdoğan güçleniyor” demekle, “Keşke darbe başarılı olsaydı
da Erdoğan’dan kurtulsaydık” demek arasında bir fark yok.
Erdoğan’dan kurtulmak isteyen veya bugün Erdoğan güçleniyor
endişesi duyanlar, dileklerinin gerçek olmasının yegâne yolunun
sandıktan geçtiğini artık kabullenmeli.
Bu kabullenmenin önündeki en büyük engel Cumhurbaşkanı’nın başka
kimseyle kıyaslanamayacak siyasi gücü.
Ama bir an düşünün: 14 Temmuz günü de Cumhurbaşkanı Erdoğan bu güce
sahipti, daha birkaç ay önce ülkenin iktidar partisinin genel
başkanını ve dolayısıyla başbakanını elini neredeyse soğuk sudan
sıcak suya sokmadan değiştirmişti.
Oysa bugün aynı Erdoğan, pazar günü yapılacak mitinge muhalefet
liderlerini davet ediyor, “Ben gelmeyeceğim” diyen CHP Lideri Kemal
Kılıçdaroğlu’nu geçmişte görmediğimiz şekilde alttan alarak bir kez
daha davet ediyor.
Buna karşılık Kemal Kılıçdaroğlu ne diyor? Dün Murat Yetkin’in
Hürriyet’teki yazısında okudum, “Cumhurbaşkanı’nın dışarıda azalan
itibarının muhalefet liderleri üzerinden yükseltilmeye çalışıldığı
kuşkumuz var” diyor. Yani mitinge giderse Erdoğan’a ilave meşruiyet
vereceğini düşünüyor.
Bana soracak olursanız Kemal Kılıçdaroğlu konuyu tamamen yanlış
anlamış ve 15 Temmuz gecesinden beri sürdürdüğü müthiş saygıdeğer
tutumuyla elde etmekte olduğu bir çuval inciri berbat etmek
üzere.
Çünkü mesele Erdoğan’ın itibarı meselesi değil, Türkiye’nin itibarı
meselesi.
Çok zamandan beri defalarca yazdım; Türkiye’yi bekleyen tehlike,
evrende bazı yıldızların başına gelen kendi içine doğru çökme
(implosion) ve geriye bir karadelik veya (iyimser ihtimalle) beyaz
cüce kalması ihtimalidir diye.
15 Temmuz darbe girişimiyle bu içe çökme ihtimali aynı anda hem
güçlendi hem zayıfladı. Güçlendi, çünkü bildiğimiz anlamda devlet
berhava oldu.
Zayıfladı, çünkü darbeyi bu halk siyasi ayrılıklarını bir kenara
bırakarak hep birlikte önledi.
Bundan sonra ülkemizin bu iki ihtimalden hangisine doğru
yürüyeceğini büyük ölçüde mevcut siyasi liderlerin tercihleri
belirleyecek. Eğer CHP Lideri, meselenin ülkemizin bekası meselesi
değil de Erdoğan’ın azalan itibarının tamiri meselesi olduğunu
söylemeye devam edecekse tercihini yapmış olacak.
BAKIN KARL POPPER NE DİYOR?
GEÇEN yüzyılın en önemli felsefecilerinden olan, bilim felsefesi ve
siyaset felsefesine yaptığı katkılar hâlâ aşılamayan Karl Popper’in
ölmezden önce yayımlanan son yazılarından biri ünlü The
Economist’te çıkmıştı.
Derginin 23 Nisan 1988’deki sayısında çıkan bu makalesinde Popper
önce kısaca siyasi tarih anlatısı yapıyor, yönetim sistemleriyle
ilgili teorilerin o güne kadar hep “Kim yönetmeli” sorusu etrafında
oluşturulduğuna dikkat çekiyor. Popper’e göre bu soru türlü çeşitli
sorunları ve güçlükleri yaratmıştı tarih boyunca, oysa kendisi
başka bir soru etrafında bir teori kurmayı öneriyordu.
Popper’in yazısından kısa bir bölümü aktarıyorum:
“Bütün bu teorik zorluklar, ‘Kim yönetmeli’ sorusunun yerine yeni
ve pratik bir problemi hedef alan şu soruyu oturtarak ortadan
kaldırılabilir: ‘Kötü bir yöneticinin büyük zararlar vermesinin
önüne geçmek için en iyi yol nedir?’