İç siyasadan dış siyasaya, toplumsal yaşamdan eğitime tüm
alanlarda Doğu’ya doğru bir kayış var.
Son 200 yıldır yüzünü Batı’ya dönmüş bir gelenekten
vazgeçmek...
Böyle bir seçenek, dünyada ve bölgede olup bitenlerden mi
kaynaklanıyor, yoksa ülkeye zorla kabul ettirilmek istenen bir
rejimin mi sonucu?
Doğu’yla ya da Avrasya ile düzeyli, akla ve bağımsız davranabilme
isteğine dayanan işbirlikleri kurmak epeydir tartışılıyordu ve
bunda büyük ölçüde haklılık payı da vardı.
Ancak, günümüzdeki Doğu’ya yönelme, egemenliği tek kişide toplayan
saray düzeninin bir sonucu olarak gözüküyor.
Osmanlı’nın son döneminde başlayan Batı’ya öykünen, ama Doğulu
uyuşuk alışkanlıklarından sıyrılamayan, Batı’nın sömürgeci iştahına
boyun eğmiş Batıcı bağımlılık; 20. yüzyılın başındaki uyanış
hareketlerinin 1923 devrimi ile doruğa ulaşmasıyla yerini, Batılı
uygarlaşmaya bırakmıştı.
Batıcı bağımlılık; Batı karşısında ezik, işbirlikçi, ödüncü, geri
kalmışlığını yenemeyen, donuk, dikte edileni yapan ve ortaçağda
ısrar eden bir sömürge olma seçeneğiydi.
Atatürk’ün önderliğindeki Batılı uygarlaşma ise,
Batı karşısında başı dik, Batı’nın aydınlanma, özgürleşme adına
attığı tüm adımları devrimler aracılığıyla halkına, kadınına,
köylüsüne, çocuklarına aktarmakta kararlı, bağımsızlıktan ödün
vermeyen, ama tüm uluslarla barış içinde yaşamayı ilke sayan, atak,
çağdaş, ilerici bir toplum olmayı ilke edinmişti.
Devrim-karşıdevrim çelişkisi içinde ve hiç kuşkusuz Batılı
sömürgenlerin ve içerideki işbirlikçi, tutucu gericilerin yıkıcı
çabaları sonucu, son 100 yıl içinde devrimi öğüte öğüte bugünkü
meşruti monarşi bulamacı içindeki saray düzenine çakıldık kaldık.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hedefleri bellidir: Bağımsız,
devrimci bir halk yönetimi...
Bu hedef, büyük ölçüde 1961 Anayasası ile uygulama alanı
bulmuştu:
Devletin...