Önce perdeleri
çektim...
Ay gökyüzüne dönüyordu susuz toprakların
üstünde...
Federico Garcia Lorca’nın tez solan mercanları,
titremenin sarmaşığında çocuk gözlerimi
büyütüyordu.
Yıldız çiçekleri ve gülleri, yaşamın çoğaldığı saatlerde gölgeli ve
serin örtüyü anımsatıyordu...
Bir odanın içinde sabaha dek geçmişten
konuşmak, yitik iklimlerde sevgiyi
aramak artık çok geç...
Kanat dolu bakışların isteksiz!..
Neredesin, kimse bilmiyor!..
Cezaevinde ölüm oruçları karşısında duyarlı olmak için
salt insan yüreği taşımak
yeter de artar bile!..
Eğer korkusuz
kentler kapılarını
çoğaltırsa, ölümsüzlük kuşatacak
dört bir yanımızı bilmelisin!..
Otuz yıldır çektiğimiz acıları belki de ölene dek
yaşayacağız!..
Özgürlük âşığı genç kızların ve
delikanlıların, avuçlarında sakladıkları sevdaları arayıp
avunacağız!
Zaman zaman da yıldızlara uzanıp kibrit
çöplerinden alevler yakacağız!
Bakıyorum gülümsüyorsun güzel çocuk siyah gözlerinle...
Diyorsun ki:“Ben artık büyüdüm!”
Sonra mavi
perdelere dokunup “Bendeki
rüzgârlar
anason kokuyor” deyip
ekliyorsun:
“Sen uzaklardayken seni özleten
şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Orada
gökyüzüne bakmanı, o kentin
kahvelerinde oturmanı, martılarla
konuşmanıkıskanıyorum.
Ama sen kalkıp başka bir şehre
gittiğinde ben biraz hüzünleniyorum..
***
O anda bir şarkı başlıyor ahşap evde...
Yerde bir kilim, bir de divan...
Gramofon dönüyor, çok
eski bir
şarkı seni alıp çok uzaklara
götürüyor:
“Birçok kere yitirdim
denizde kendimi
Yeni kesilmiş çiçeklerle
dolu kulaklarım
Dilim sevgiyle, acıyla dolu
Birçok kere yitirdim
denizde kendimi
Bazı
çocukların kalbinde
yitirdiğim gibi.”