Bir pazar sabahı... Sen hâlâ
uykudasın...
“Hangi
solgunluk vuruyor seni”
diyor Yves Bonnefoy,
beyazlaşan bir günün ilk saatlerinde...
Bir yeraltı
ırmağı...
Haydi söyle, hangi damar koparıyor ki sende,
yankılanıyor düşüşün orada?
Bilmem şairin söylediği gibi mi tüm yaralı
aşklar, yaralı şaşkın yapraklar içinde
mi kış umutları?..
Bir şeyler fısıldıyor eski zaman saatleri, bir
çocuk sabahın çığlığıyla
uyanıyor, İzmit’te,
Adapazarı’nda, Düzce’de
mevsimler gittikçe kayboluyor...
Bense bir savaşın
sonunda kumla örtük
gördüm seni; sessizliğin ve suyun sınırlarında bocalarken; ve ağzın
son yıldızlarla kirli;
gecende beklemenin korkusunu bir çığlığı
parçalarken...
Hani 60’lı yıllardaki
o Vietnamlı çocuk
vardı, iri siyah gözleriyle bize sürekli gülümseyen; hani bir genç
kız
vardı Prag caddelerinde, Rus tanklarının
geçişinde kendini paletlerin önüne
atan?..
Tüm bunlar, belleklerimizden daha güçlü bir
rüzgârdı; yarım kalmış sevişmelerden arta
kalan...
Taraçalarda koştuğunu
görüyordum, rüzgârla savaştığını
görüyordum...
Ayaz dudaklarında kanıyordu...
Şaşkın bakışlar
içindeydin...
Yiten kanına yakalanmış
gibiydin...
Oysa sen,
yaşamın suç ortağıydın...
Yol
üstünde zincir şıkırtıları Agostinho
Neto’nun, insanlığın büyük güçlerini
yansıtıyordu...
Bense gözlerimi
yumuyordum...
O sırada
sen, Octavio Paz’dan
“Unutuş”u okuyordun:
Yum gözlerini yitir
kendini karanlıkta
göz kapakların kırmızı
yapraklar altında.
Gömül vızıldayan
sesin
düşen sesin
halkalarına
ve uzaklarda
yankılanan
dilsiz bir çağlayan
gibi,
davulların çalındığı yerde.
***
Çocuksu bir gülüş
seninkisi...
Duyarlı ve
tutkulu...
Üstelik
yapmacıksız...
Haydi, bırak kendini
karanlığa unutuluşta olduğu
gibi; kendi etine gömül, kendi
yüreğine...
Sonra otur bir mektup, yaz tıpkı Octavio Paz
gibi, “Meksika Vadisi”ni
anlat...
Deki:
“Dudaklar, öpüşler, aşk,
her şey yeniden doğar; o
ölümsüz, o yalın unutuşta:
gecenin kızlarıdır
yıldızlar.”