Kusursuz bir
acıyla, acının öpüşüyle insanı
kucaklayan bir gökyüzü; güneşin verüzgârın kollarında
uyuyan bir kadın...
Sıcak ve
yapışkan fırsatlar gibi bir gün, uykuda yanaklarında güller
açan çocuklar gibi
bir sabah...
Kimi zaman kendi düşlerimin peşine düşerim ben; geçmişi aramaya
koyulurum, ay
gökyüzünde alışılmış bir resim
çizerken umutların tomurcuklanıp çiçeklenmesini
beklerim.
Faili meçhul cinayetler gelir aklıma, Orhan
Yavuz’un Erzurum Üniversitesi’nde
katledilişi muştayla...
Aradan 36 yıl geçmiş, cinayet sanığının
kim olduğu belli değil.
Düşlerimdeki köpükler
yüreğimi kancalarken bir çiçek
atlasında ya da deniz
suyunda bir çocuğun ellerinde hafif bir dünya gibi
duran yaşam sevinci, yaşanmışve
yaşanacak aşklar...
İnanın bilinmeyen bir kentin kapısında duruyor gibiyim...
Yıkılmış evler, boş
sokaklar, korku, ölüm, acı ve
göç.
Oysa ben mor
menekşe dağlarını,
sevdayı, coşkuyu umudu arıyorum...
Yaşam sevincimin coşkulu bir ırmağa dönüşmesini
istiyorum...
Muhammed Bennis’in “Aşkın Kitabı”nı
okurken onun dizelerinde olduğu gibi haykırmak istiyorum:
“Yaz ayının mavi
ışığı otlara düşer, penceremin üstüne, gölgeme
sahraya düşer, suskunluğunu benimseyerek, dalgalanır
karanlıkta, beyaz gemiyi yükseltip alçaltarak:
o benim ruhumdur - nasıl unuturum?”
Bir haziran sabahında kendi düşlerimi çoğaltıyorum
çocuksu gülüşlerde...
Güneşin duvar güllerinden fışkırmasını bekliyor, yükseklerden gelen
silah seslerini duyuyorum.
Belki Yüksekova’dayım,
belki Halep yakınlarında, belki
de Şırnak’tayım...