Rüzgârdık, sevdaydık, temmuz sıcağını unutmuş, el kadar
mavilerle avunuyorduk...
Sığ sulardaydık...
Kan ısısında!
Geride kalmış yılları arar gibiydik...
Işık otların üstüne
düşerken suskunluğu benimseyen
bizdik.
Uzaktaki karanfilleri seyrederken, gündoğumunun anılarıyla
çoğaldığımızı sanırdık.
O kıyı gölgeliğinde ölümlerle
yaşayan, kıyımlara alışan, katliamlarla
yüzleşen bir kanlı hayatın içindeydik...
Sözcüklerin kaçıp gittiği yerlerde, soluksuz,
kaygılı sabahları kovalıyorduk...
Bomba yüklü
araçlar, canlı bombalar,
cellatlar...
Gözlerimizin gizinde bir harf koparken sessizce
ağlıyorduk.
Gece
yayılırken karanlık kuytuluklarda kaybolan
bizdik.
Bizdik hüzünlerle çoğalan, acıyı ekmeğimize katık eden.
Güneş ışıkları yağmıyordu üstümüze...
Isıtmıyordu artık bizi.
Mavi çiçekler uykuya hazırlanırken çocuklar
ölüyordu mayınlı tuzaklarda.
O hüzünlü ıhlamur ağacı, kuşatılmış kentlerin
yalnızlığı, masum insanların yakarışı.
Külün içinde
parlayan siyah gözler...
Uzaktan gelen bir haykırış:
“İki isteğimizin dışında bulunan şeye kulak verdiğin an,
yalnızlığın gözyaşı ikimizden dökülür.”
Gözlerim gözlerinde uyuduğum an, o sömürü bittiği
zaman...
Viraneye dönmüş o kentlerde, yaşadığım coğrafyaya
barış geldiği an.
Kaçıp giden tüm harfler geri dönüp gelecek biliyorum...
Alevler bağrımı yakmayacak inanıyorum...
***
Sensizliği denizin gülünde çoğaltırken o çocuk ölümleri yüreğimi
dağlarken...
Gözyaşlarımı akıtırım gün içinde...
Dağ başlarında olurum, soluk alıp verirken...
Ufuk çizgisinde dolaşırken Madımak
canileri gelir aklıma...
Gözlerimi kapatır öylece kalırım.
Gökyüzünün sıkılmış bir yumruk gibi gergin olduğu
akşamlar...
Donuk ve kaygılı bakışlar.
Uçsuz bir deniz, bulanır gibi olur kuş gölgelerinde...
Sen bir bayram sabahında, Kocasinan
Mezarlığı’nda oğlunun mezarı başında dua ederken, ben seni
uzaktan seyrederim.