Sabah sis altındaydı...
Yabanıl kuşlar kahverengiye yüz tutmuş kiremit çatıların üzerine
konuyordu.
Selimiye sanki binlerce yıllık bir yalnızlığa gömülmüştü...
Kimi sevinçler ve acılar, sabah sisinin gizeminde
büyüyor gibiydi...
Hani boğuntusunda umutsuz can sıkıntıları vardır, hani
tedirginliklerde gürültülü telaşların arasından çıkıp gelen... İşte
öyle bir şeydi ve sen uzun okşayıcı sesinle isyancı bir coşkuyu
yeniden canlandırıyordun...
Belki o saatlerde Puşkin’in ıssızlıkla karanlık
arasında kalan sürgünlüğü, kıpırdayan gür sesi ve çocuksu
gülümsemesi Nâzım’ın masmavi gözlerinde anlam
buluyordu.
Nedeni bilinmez ama bir İyonya görkemiyle denizler kabarıp
taşıyordu...
Acaba tüm anlamsızlıklar, yaşamın vazgeçilmez koşulu muydu?
Gerard de Nerval’in bildiği o hava, çok ağır,
hazin ve muhteşemdi. Bunca ölümler, katliamlar geride kalmıştı. Bir
umutsuzluk, örtülü yalnızlığı alıp götürmüş, hiç beklenmeyen
sevinci taşımıştı...
Yok olmazdı böyle bir şey!..
Tüm bunlar eski zamanlarda anlatılan bir
masaldı...
Bir genç kız sevdiği için ölümü göze alabilir miydi? Bir delikanlı
sevdiği için silahı şakağına dayayabilir miydi?
Şiirler sevda ve ölüm üzerine yazılırdı...
Kuşatılan kentlerde, bilinmedik sokaklarda şarkılar
söylenirdi...
Her şey çok uzaklarda kalmıştı...
Yıllar önce bir sabah Selimiye’de uyandığında,
denizi ve gökyüzünü aynı anda gördüğünde, neden...