Bir bilmece gibi
gözlerin...
Oysa sana tutkun erkekler derin ve sessiz bir
akşamın boşluğunda
tüm hüzünleri topluyor olmalılar.
Önce Odisseus
Elitis’i dinle:
“Kıbleden esen yelin
kemerler arasında ıslık
çaldığı
Bu beyaz avlularda,
söyleyin, o çılgın nar ağacı
mı?”
Karadeniz’de Cide’de
esen bir
fırtına Edmond Jabes’in
dizelerinde “kelimenin içinde
yaşam ile ölüm arasında
söyleyişi”yi getiriyor bize.
“Seçilebilir yaşam;
seçilmiştir oysa
ölüm...”
Oysa ne
bir kıskançlık gölgesi ne
de kötücül
düşünceler var
çevremizde.
Bir ağustos kokusu sarmıştı bedenimizi. Yaşamla
ölüm arasında bulunan ince bir
çizgideydik.
Hep ama hep aynı şeyleri yineleyip
duruyorduk:
“Herkes özgür
olmadıkça kimse özgür
değildir.”
Bizim bu çığlığımızı
kimseler duymuyordu.
En
başta düşünce,
ifade, inanç,
eğitim, örgütlenme ve
teşebbüs özgürlüğü...
Bütün sivil ve siyasi özgürlükleri,
çoğulculuğun, barış ve
uzlaşmanın temel koşulu olarak
görüyorduk...
Ülkeyi yönetenlerin dilinden tüm bu saydıklarım
düşmüyordu.
Temel insan hak ve özgürlükleri,
insanlığın yüzyıllar boyu
süren mücadeleleri sonucu elde edinmiş
kazanımları değil miydi?
Bu özgürlüklerin
düzeyi çağdaş bir
toplum olmanın göstergesi değil
miydi?
***
Ağustos bana
göre kıskanç bir
âşık...
Ağustos başına
buyruk...
Ağustos inatçı bir
çocuk...
Yaşama tutunmak, sevgiyi bir oya gibi
işlemek.
Belki mevsimleri çoğaltıp sevgimizi
bölüşüyorduk.
Kara balçıkta yorgun bir güney rüzgârı
esiyordu.
Biz seninle birlikte rüzgâra
durmuştuk.
Saatlerce öpüşmüştük o limon kokulu
bahçelerde.
Yağmurduk, kesilmiştik, dolam
dolamdık.
Bebektik, mutsuzluk
emiyorduk. Yağmurduk, sevdaydık; el
kadar maviler
döküyorduk.
Çocuklar oynuyorlardı güneşin
altında...
Cahit Külebi’nin dizelerini o
zaman mı okumuştun:
“Anladım bu şehir
başkadır