Saat gecenin
kaçı?
Sessizlik kendi içinde sanki
bir hüzün kuşağı.
Hava serin. İyonya, eylülün ilk
günlerinde biraz ürkek.
Kadına şiddet, ölüm sıradan
olaylar…
Pelinler,
mandalinalar, Odisseus Elitis’in
küçük yeşil denizinin kıyısında o deniz fenerinde, ayın bittiği
yerde hafif esen bir poyrazı
kucaklıyor.
Günde kaç kadın
öldürülüyor? Kaç çocuk ihmal sonucu
servis araçlarında unutulup havasızlık nedeniyle can
veriyor?
O duygular bizi nasıl sarıp sarmalıyor, anneler
babalar feryat ediyor.
O derin duygular, acılar,
gözyaşları, hayata ilişkin
kırık dökük
anılar.
Yüreğime saplanan derin acıları nasıl
anlatmalıyım, o annenin çığlığı karşısında nasıl
davranmalıyım?
Kıyı kasabaları boşalıyor... Tatilciler yavaş
yavaş taşınıyor…
Yozlaşmak, boş
vermek.
O
binalar, yozlaşmanın simgesi olarak
kentleri yok ediyor birer birer.
Yaşamı altüst
ediyor…
Bu yozlaşma siyasette, sanatta, gazetecilikte
her yerde kendini gösteriyor.
Myanmar’da,
radikal İslamcı Arakan
Rohingya Kurtuluş
Ordusu (ARSA) ile hükümet güçleri
ve radikal Budistler arasındaki
çatışmalardan kaçıp Bangladeş’e
sığınan Müslümanların sayısı 125 bine çıkmış
bile.
Açlık, sefalet ve
ölüm…
Uygar
dünya bu
vahşeti seyrediyor sadece…
***
Sevdalanıp denizlerde yaşadığımız o mavi
koyun körpe kollarında, Helena ve tüm güzel kadınlar, beyaz
badanalı evin duvarı önünde dururken, İda Dağı
eteklerinden Assos’a iniyor
Çoban Paris.
O büzgülü etekleriyle nisan, çok gerilerde
kalmış.
Hüznün habercisi
eylül gelip yüreğimizin derinliğine
kurulmuş.
Ölümsüz güneşin, kendini kıskançlıkla yedi tür
tüyle süsleyen
tanrıların kışkırtıcı bakışlarıyla irkilen
nar ağacı bize yarım kalmış tutkularımızı, kaçıp giden
sevdalarımızı anlatıyor.