Tıpkı bir çocuk gibi, oturdum güneşli göğün altında ve koşup
giderken yanından, oynadım dakikalarla...
İçimde tarifsiz bir coşku yeşeriyordu sevdanın
doludizgin sevişmeleriyle büyüyen, içimde hınzır
bir uğultu eski mevsimlerin hüznünü gösteren...
Tıpkı bir çocuk gibi, yaşanmış hüzün nedir
bilmeden, bakıp durdum göklere, yarını aceleye getirmeden...
Rod McKuen çaldı kapımı gözkapaklarımın ardına
sığındığında...
Bense tüm yalnızlıkları kendime saklamıştım o an...
Bulutlar geçiyordu art arda karşı kıyıya doğru. Güneş kaybolmuştu.
Bir bardak kırmızı şarap masada
bana gülümsüyordu.
Artık eylüldü karşımızda duran...
Sakin ve ağırbaşlı olan bizler hüznü yaşıyorduk tenhalaşan
denizlerde...
Bakışımın ulaşabildiği son sınırda duvarlar umutsuzluk gibi
yüksekti. Gökyüzü kristal bir zindana
dönüşmüştü.
Sabahın külrengi ufkunda tattığımız yeni aşklar hiçbir zaman soluk
almayacaktı. Ahmed Şamlu, belki
de “Çöl baştan başa sis içinde” diyecekti.
Bense böyle havalarda çığlık çığlığa olur, yeri göğü
inletirdim:
“Ey aşk, ey aşk!
Kızıl yüzün görünmüyor...”
Tıpkı bir çocuk gibi oturduğum güneşli göğün altından kalktım ve
yürümeye başladım.
Gök şimdi gümüş rengindeydi...
İçimde hınzır bir uğultu giderek çoğalıyordu... Birden korktum.
Aşkın sığınağa dönüşmesinden kuşku duydum. O yüzden avazım çıktığı
kadar bağırmaya...