Her şey tekdüze geliyor bize hayatın
inişli çıkışlı yollarında... Yaşam aşkın içinde, aşk yaşamın içinde
uzun bir yolculuğa çıkıyor...
Erik ağacı çiçeğe vurmuş, güneş yüzünü
göstermiş...
Bahçede çocuklar oynuyor...
Bir sesle irkiliyorum:
“Aşk mavisi tükendiyse de o boşuna
denizde; tutku kaybolduysa bir gece
yarısı; aşk uçup gittiyse yıldızlı
gökyüzünde; hayata sımsıkı sarıl ve hiç
bırakma sakın...”
Zamanın sesini, hayatın akışını seyrediyorum takvimin
sayfalarında.
Almanya, ardından Hollanda...
Ne demokrasinin beşiği sayılan AB
ülkelerine ne de İslam dünyası içinde tek laik
Cumhuriyeti
kurmuş, kurtuluş ve kuruluş destanını
yaratmış, Atatürk devrimleriyle çağdaş
uygarlığa doğru toplumsal birikim kazanımlarına
sahip Türkiye’ye yakışıyor.
Haftanın ilk gününde yazı masamda dünü, bugünü, hayatı
düşünüyorum...
Yaşananların açıklanması, insan yüreği, uygarlık
düzeyinin, bilincinin değeri böylesine kısır çekişmeleri
hak etmiyor.
Türkiye’nin gözleri, aydınlanma
süreci 1923’te başladı...
Azgelişmiş nice ülkeler daha yeni yeni uyanıyor...
Suriye’den Libya’ya
dek Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde
iç savaş sürüyor...
***
Pazar sabahı gün ışıdığında uyanıp toprağın kokusunu içime
çekerken sabahın
perdesini araladım.
Martıların çığlığını duydum...
Denizin kıyısında, aynı günün
gecesinde yıldızlarla konuştum.
Güneşin ışıkları kentin üzerine vuruyordu.
Kendi kendime mırıldandım Paul Celan’ın
dizelerini:
“Ölenin mezarına koy