Bir ağıt daha çok “şey”dir aslında:
Bir çiçeğin soluşunda bir taşın düşüşünde dile getirir; ve -nasıl
danasıl da gelip geçtiği yılın...
William Stafford’un
“büyük fırtınadan öncesi” bir ağıt olurken
düşlerimizin bile tutuklandığı günler, haftalar, aylar ve yıllardır
aslında.
Sönüp giden insanlıktır...
Onlar bizi terk ederken bazı şeyleri de
götürürler birlikte.
Gün batımı...
Yıldızların doğuşu...
Özlem...
Demir sürgülü kapı...
Sabahları mazgaldaki
serçe...
Uzun süre güneş tutulmasına benzer hayat
oralarda.
Tüm uygarlık tarihi altüst olmuştur o
sırada.
Bir acı...
Bir gözyaşı...
Hüzün...
Budur en kötü yanı hücrenin...
Dışarıda olup bitenleri,
yaşananları günlük gazetelerden,
televizyondaki haberlerden alırsın.
Düşünürsün...
Bir şeyler karalarsın.
“Bir tanyeri eşlik etseydi ölüme,
ilk yaz gelseydi, aylardan mayıs olsaydı
keşke...”
Yazdıklarını beğenmez yırtıp
atarsın...
Yasalar gerekirdi bize;
coşkulu insanları korumak ve kıran girmesini
önlemek için dünyaya.
O kalabalık sokaklar...