Çok uzun zaman önceydi...
Rüyalarımda kaplanların dolaştığı gençlik çağımda,
Londra'daydım...
Bir gün heyecan içinde otobüse atlayıp hayvanat bahçesine
gittim.
Kaplanların olduğu bölümle ziyaretçilerin arası camdan bir duvarla
ayrılıyordu.
Camekânın önüne çöktüm.
Az sonra bir kaplan, o ilahi estetik şaheseri yaratık beni fark
edip ağır adımlarla yaklaştı.
Üzerinde siyah lekeler bulunan pembe burnuyla aramda sadece yirmi
otuz santim kadar bir mesafe vardı. Kalbim dışarı çıkacak gibi
atıyordu.
Ah, işte tam o sırada, hayvan gözlerini gözlerime dikip baktı.
Sadece kısacık bir an.
İçimde bir damar koptu sanki.
Muazzam bir yanlışlık duygusu ve hüzün sardı her yanımı.
Hemen çıktım oradan. Birkaç yıl önceki İzmir Şasalı Hayvanat
Bahçesi gezime kadar hayvanat bahçelerine adım atmadım.
***
Şu sıralarda Ahmet Haşim'in 1920'lerin sonuna ait seyahat notlarını
okuyorum.
Nasıl sanatkârane bir bakış, nasıl lezzetli bir dil, tarifi
yok!
Olay şu...
Haşim'in Paris Hayvanat Bahçesi izlenimleri beni fena çarptı ve
alıp geçmişe; o dertli kaplanla karşılıklı bakıştığımız güne
götürdü.