Bahar ve yaz boyunca ne kadar ihtişamlıydı.
Oysa şimdi gözüme nasıl da cılız görünüyor.
Her bakışımda aklımdan "meğer gövdesi ne kadar da inceymiş" diye
geçiriyorum.
Hele şu satırları yazdığım sırada poyraza dönen rüzgâr altında kuru
dallarının sallanışı ve o dalların ucunda iri yağmur damlalarının
birikmesi var ki...
Kendimi tutamayım, koca ağacın üzerine bir battaniye veya
muşambadan bir örtü sermeye kalkışacağım.
Penceremin dibindeki ceviz ağacından söz ediyorum.
Sekiz yıl oldu. Bazı sabahlar birbirimizle konuşuyoruz.
Ben içinin kuruduğunu ve üşüdüğünü sanıyorum.
O sadece bekliyor.
Varoluşun özünün bekleyiş olduğunu biliyor. Baharı bekliyor ve her
seferinde muradına eriyor.
Ağaç romantizmi yapmak gibi bir niyetim yok.
İstediğim bugünlük gündemden, saçma sapan tartışmalardan, sosyal
medya hırtlıklarından uzak kalmak.
Ama ağaç dedim ya...
Bir noktayı vurgulamak istiyorum.
Malum, ekolojik paradigma her yanımızı kuşattı. Yıllardır
yazıp çiziyorum; bunun hayırlı yanları da var, çok ama çok
problemli yanları da.
Problemli yanlarından biri de şu...
Tıpkı teknolojiye abanan modern insan gibi ekolojistlerin
doğası da gitgide bizden uzakbir nesneye dönüşüyor.
(Ekolojistlerin "tabiat"ı yok nedense, "doğa"ları var!)
Doğayla, bitkilerle, nehirlerle, denizlerle,
dağlarla kişisel (hususi, özel) ilişkimiz "büyük dava"nın
gölgesi altında eziliyor.
Tanıdığım faal bir çevrecinin kalabalık bir plajda kumsala ve
denize bakıp "doğada olmak ne güzel!" dediğini bilirim. Orayı
"doğa" sanıyordu!
Daha sonra meyve ağaçlarının sadece yeni moda ekolojist
çiftliklerdeki arkadaşları tarafından sevildiğini sanacak kadar saf
olduğunu fark etmiştim.
Şu memlekette "meyve ağacı dikerse, her meyvesinin sevap
yazılacağı" bilgisine uyan milyonlarca insanın bulunduğundan da
habersizdi tabii.