Birkaç yıl önce Hong Kong'a giderken pek öyle Çin'e gidiyorum
hissine, daha doğrusu heyecanına kapılmamıştım.
Fazlasıyla İngiliz oluşundan mıdır, Çin'in geri kalan kısımlarından
apayrı ve fazla Batılı bir kültür geliştirmesinden midir,
bilemem.
Ama bu defa önce Şangay'a sonra Pekin'e gideceğim bir programa
dahil olurken sanki bu toprağa daha önce hiç ayak basmamışım gibi
Çin'i görmek büyüsüne kapıldım. Uçak Şangay'a onca uzun bir
yolculuktan sonra alçalırken zihnimdeki Çin imgesini düşündüm.
***
Elbette iki büyük Çin var benim kuşağımın kafasında, hatta üç.
Bunların bazılarını Malraux'nun Kuomintag, Kanton olaylarını
anlattığı romanlarından (Kanton'da İsyan/ Fatihler, İnsanlık
Durumu), Lucien Bodard'ın yazdıklarından, 1960'lardaki Kültür
Devrimi'nden ve Fransız Maoistlerinden (mesela Roland Barthes'ın
Çin Güncesi'nden) edindik.
Birincisi emperyalizmin pençesi, tahakkümü altında iliği kemiği
sömürülmüş, inlemiş Çin. İkincisi Mao'nun, büyük çileler
neticesinde kurduğu ve sonra aklımın almadığı işlere soyunduğu,
dünyaya damgasını vuran Çin.
Üçüncüsü onun 1976'daki ölümünden sonra büyük iktidar savaşlarına
sahne olup, neticede bugün dünyanın uyanan devine dönüşen Çin.
Buna bir de başlı başına bir kıta sayılabilecek bu topraklarda
doğmuş, yaşamış büyük Çin uygarlığını eklemek gerek. Gene de, ben o
Maocu Çin'le bugünün Çin'i arasındayım.
Gelince de farklı bir Çin bulmadım. En azından katıldığımız
toplantılarda yapılan tartışmalar, irdelemeler bu yeni ve uyanan
Çin'in anlamını, önemini, boyutlarını bize tanımlıyordu.