O yıllarda Amerika'ya çok sık gitmeye başlamıştım.
Sabancı Üniversitesi'ni kuruyorduk ve benim de yönetsel bazı
görevlerim vardı. Hem onlarla ilişkili olarak hem de akademik
çalışmalar, konferanslar için, bugüne kadar devam eden bir şekilde,
yılda birkaç kez o ülkeye gidip gelmekteydim.
Yapacak işim çoktu ama o işlerin başında henüz kapanmamış o canım
kitapçıları dolaşmak vardı. Akademik kitap almak için Columbia
Üniversitesi'nin kitapçısına giderdim. Şimdi neredeyse ikinci evim
diye bildiğim Princeton'a taşınmış Labyrinth henüz New York'taydı,
ona giderdim.
Bir akşam New York'a vardım.
Gece uyudum. Chambers Caddesi metro istasyonuna çok yakın, bugün de
ayakta olan bir otelde kalıyordum. Sabah her zamanki gibi erkenden
uyandım çok lazımmış gibi. Birkaç ay sonra trajik bir şekilde
yıkılacak İkiz Kuleler'in altındaki Borders kitapçısına ulaşmak
için.
Demek sabah 07.30 falan olmalı.
Kitapçıda nihayet o kitabı gördüm. Aylardır hakkında yazılar
çıkıyordu, sağda solda.
Alıp elime karıştırdım. Fransız edebiyatına ve avangardizme aşina
olanlara yabancı gelmeyecek şekilde 'tasarlanmış' bir kitaptı.
'Şaşırtıcıydı'. Diğer romanlar, yapıtlar arasında hacmiyle,
'görüntüsüyle' farklıydı. Biraz karıştırınca, mesela bazı
sayfalarda sadece tek bir sözcüğün olduğunu, bazı sayfalarda yer
alan birkaç sözcüğün yan dizilmiş olduğunu gördüm. Bu 'numaralar'
daha çok Amerikan okuru için ilginçti, ilk bakışta. Ne yalan
söyleyeyim biraz güldüm.
Güldüm. Çünkü, elimde tuttuğum ve kısa bir süre sonra moda deyişle
'kült' kitaba dönüşecek, kendi 'fan' gruplarını oluşturacak, Mark
Z. Danielewski'nin Yapraklar Evi (House of Leaves) isimli bu
'garip' kitabı bana mesela İlhan Berk'in Taşbaskısı'nı
anımsatıyordu. O...