İnsan yorulur bazen… Yorarlar
çünkü!
Aslında ne hayat ne de başka bir
şey; insanı insanlar yorar... Çünkü hayat topraktır,
kuyuyu insanlar kazar!
Göründüğü gibi olmayanlardan,
olduğu gibi görünmeyenlerden... Yolun yarısına varmadan
maskeleri düşen riyakârlarla yürümekten... Hak ettiğimizi
düşlemekten, hak etmediğimizi görmekten yorulur
insan...
Seviyormuş gibi yapanlardan, iyi
biriymiş gibi davrananlardan... Tutacakmış gibi söz,
gitmeyecekmiş gibi ümit verenlerden... Gidenlerin ardından
keder rengi gözlerle yarım kalmaktan... Her seferinde "tamam
geçecek" diye kendini avutmaktan... En çok da
‘kıyamadıklarımızın’ bize kıymasından yorulur insan...
Yüzüne kapanan
kapılardan, yüreğinin perdelerini örterken ellerine bulaşan
yalnızlıktan; Çaya şeker yerine hayallerini atıp her
yudumladığında hüzün tadı almaktan... Canımızı yakan
sesimizi kısan anılardan... Ayazda umutlarımı yolcu edip, bir
de kendine bilet almaktan yorulur...
Kendi girdabında kaybolan canlara
buğulu camlar ardından bakmaktan, “Acaba” ihtimalinin
heyecanıyla “Yine mi?!” hissi arasındaki
sarkaçtan... Özen gösterdikçe hırpalanmaktan, dilini
‘keşke’lerin sarmasından yorulur...
Herkese yetişip kendini
ertelemekten, güçlü görünmekten; kendi düğüm düğümken
başkalarını çözmekten... Takati yokken bile
insanların gelip senden dinlenmelerinden, sen ihtiyaç
duyduğunda dizilen bahanelerden yorulur...
Kavgadan, ihanetten, suyun
akışına karşı yüzmekten... Filler tepişirken ezilen
çimenleri seyretmekten... İnsanların bitmeyen hırsından,
nefislerin hırçınlığından... Zalimlerin azgınlığından,
bitmeyen savaşlardan, yorulur…
Yamalı yüreğine, yuttuğu kara diken içini
parçalayıp geçerken ses çıkarmayan diline, tebessümün ardına
saklanan hüznüne “Sus” demekten yorulur...
Bu yorgunluğumuz hep
söyleyemediklerimizden… Anlatmak ama anlaşılamamaktan,
yaralanmaktan iyileşememekten.
Şartların ağırlığı değil ama
hâlden anlamayanların sağırlığında, yorulur insan...
Ninem diyor
ki; Yorgun yokuşa sürülmez.