Anthony Burgess beyninde tümör
olduğunu ve bunun kendisini bir yıl içinde öldüreceğini öğrendiği
sırada kırk yaşındaydı. O sıralarda beş parası yoktu ve kısa süre
içinde dul kalacak olan eşi Lynne’e miras bırakabileceği hiçbir
şeyi bulunmuyordu.
Burgess geçmişte hiç profesyonel
bir roman yazarı olmamıştı; ama içinde yazar olma yeteneği
bulunduğunun her zaman farkındaydı. Böylece, salt eşine hiç değilse
telif haklarını bırakabilmek için, yazı makinesine bir kâğıt taktı
ve ilk romanını yazmaya başladı. Yazdığının basılabileceği bile
kesin değildi; ama aklına yapacak başka bir şey de
gelmiyordu.
“1960 Ocak’ıydı,” diyordu “ve
konulan tanıya göre, önümde yaşayabileceğim bir kış, bir ilkbahar
ve bir yaz vardı. O yıl, yapraklar dökülmeye başladığında ben de
ölmüş olacaktım.” O hızla ve telaşla, Burgess yıl bitmeden beş
buçuk roman yazmayı başarmıştı. Bunca yapıtı E. M. Forster
neredeyse bütün bir yaşam boyunca ancak yazabilmiş; Amerika’nın en
büyük yazarlarından J. D. Salinger ise, yine tüm ömründe, ancak
bunun yarısını yazmayı başarabilmişti.
Ne var ki, Burgess ölmedi...
Kanseri önce geriledi; sonra da tümüyle ortadan kalktı. Uzun ve
dolu dolu yazarlık yaşamında – içlerinde en ünlüsü Otomatik
Portakal (A Clockwork Orange) olmak üzere yetmişten fazla eser
üretti. Kanserin ona vermiş olduğu ölüm korkusu olmasaydı, bu
romanların birini bile yazamayabilirdi.
Çoğumuz Anthony Burgess
gibiyizdir; içimizde ortaya çıkmak için bir dış
etkenin oluşturacağı acil durumu bekleyen büyük
yetenekler saklarız... Eğer siz de ancak bir tek yıl daha
yaşayacağınızı öğrenmiş olsaydınız hayatınızda neleri değiştirir, o
son yılınızı nasıl yaşardınız?
Ninem diyor ki; Sabreyle işine,
hayır gelsin başına.