Vakti zamanında hem öksüz hem yetim bir çocuk vardı. Medresede
okurdu. Kıymetli hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya
çalışırdı. Fakat kafası biraz kalıncaydı. Bütün gayretine rağmen
pek bir şey öğrenemezdi.
Bu duruma zaman zaman çok üzülüyordu, utandığı vakitler de çoktu...
Hocanın yanında olmasa bile kendisiyle dalga geçen haşarı çocuklar
vardı. Küçültücü, utandırıcı kelimeler kullanıyorlardı onun için.
İsmi tembele çıkmıştı bir müddet sonra...
Nihâyet ümitsizliğe kapıldı. Ne yapsa, ne etse öğrenemeyeceğini,
ilim tahsil edemeyeceğine inanmıştı... İster istemez vazgeçti,
devam edemeyecekti, takati kalmamıştı.
Günlerden bir gün kararını verdi:
“Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu durumda okuyamam.
İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine devam edeyim..."
Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya
düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir
mağara vardı, ama ayı yılan çoktan vardır diye girmeye
korkuyordu.
Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı, mağaraya girdi. Korktuğu
şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Mağaranın zeminini bütünüyle
kaplayan yassı taşa önce bir külçe gibi yığıldı, sonra
uzanıverdi.
Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı.
Yukarıda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar
büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu.
Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş
oyulmuştu... Oysa taş sertti... Su damlası ise yumuşacıktı.
Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?
Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce
aka aka sert taşları deliyordu. Kendisi de sabır gösterir, sebat
ederse kafasına bir şeyler girerdi.
“Benim kafam şu taştan daha sert değil ya” diye söylendi.