Büyük komplo ve onun aleti olan “kült” örgütün faaliyetleri, 15
Temmuz’da doruğuna ulaştı ve yüzüstü çöktü. O gecenin şoku ve 16
Temmuz’un sevinçli hüznü, geçen günler içinde yerini anlama
çabasına bırakırken, bir çok kişinin aklındaki ilk soru “Biz bunu
aleme nasıl anlatacağız?” oldu. Bir dostumuz, takip eden günlerde o
gece ve ertesi günlerde yabancı tanıdıklarından gelen soruları,
bunlara verdiği cevapları yayınladı. Bir diğeri, “100 Soruda..”
kitaplarının benzeri makaleler kaleme aldı.
O travmanın sebep olduğu yeni bir sorumluluk duygusuyla, kalemini
kaldırdığı kutudan geri alan bu satırların yazarı ise darbe
girişiminin üçüncü gecesi, “bunun darbe olmadığını, kalkışmanın bir
hükumet darbesi yaparak, yönetime el koyma amacıyla yapılmadığını”
önü sürdü. Hareket Ordusu (31 Mart 1909) kalkışması hariç, bu
topraklarda yapılmış darbeler ve müdahalelerinin hepsini yaşamış
bir yurttaş olarak, bana, ertesi gün hükumet etme sorumluluğunu
alacak olan Silahlı Kuvvetlerin, işe Cumhurbaşkanını öldürmeye
teşebbüs ile başlaması, TBMM’yi bombalayarak devam etmesi,
köprülerde-kavşaklarda, kışla kapılarında, belediye ve polis
karakolu önünde halkı makinalı tüfekle taraması, işin “doğasına”
aykırı görünüyordu. Ertesi gün Türkiye’yi yönetmek istiyorsanız,
polisin özel harekat birliği karargahını neden yerle bir edip, bu
gücün yönetim kadrosunu ortadan kaldırmak isteyesiniz ki?
Bu tür bir rasyonalizasyonun mantıksal uzantısı, 15 Temmuz’daki
olayların amacının ülkeyi bir kaosa sürükleyerek, meşru ama çaresiz
yönetim kadrosu olduğunu öne süren bir heyetin, yönetim bunalımı
olduğunu beyanla NATO antlaşmasının 5’nci maddesine dayanarak,
savunma müttefiklerimizi Türkiye’ye “yardıma çağırma” çabası olduğu
idi. 1960’larda Yunanistan’da, komünist siyasetçilerin terör
yoluyla iktidarı ele geçirmesi halinde, sürgünde kurulacak
hükumetin NATO’yu yardıma çağırıp çağıramayacakları tartışılmış ve
bir çok ittifak hukukçusu bunun mümkün olduğunu ifade etmişti.