Son maçların "hesap-kitap" taktiğine dönmesi
ile birlikte, Kadıköy'de "ne olur, ne
olmaz" karşılaşması izledik. Grup ikinciliği
öncelikli hedef, rakip İzlanda da Fransa'nın rakibi ve bizi yenip,
sıralamaya kafa sokmak isteyen Arnavutluk. Vay anam vay...
İlk 45'in sürekli baskı, kontrol ve tedirginlik ile geçmesi bu
yüzden. Şenol Güneş kravatının renklerine
"ayrıntı" koyup stada gelirken, sahadaki görev
bölümünde ekstra görevi ihmal etmiş gibiydi. Duran topların çözüm
olacağı bu "didişmeli" periyotta, arka direk
planlarında Merih Demiral ve Çağlar
Söyüncü iki fırsatı değerlendiremediler.
Tıpkı son etap gibi, Cengiz Ünder'in eksikliği, oyuna koyduğu
bireysel farklılık, en ihtiyacımız olan farklılıktı. Sadece
Zeki Çelik ile bire birleri deneyen, bundan
kalan bölümde topu rakipten bir an önce
kapıp, öndeki iki santrforu pozisyona
sokmak için uğraşan bir takımdık. Cenk ve Burak'ın
birlikte "organize yetersizlik" bölümünde kalması
da ayrı bir dert.
Andorra çilesinin ikinci bölümüne Arnavutluk ile geçmiş gibiydik.
Büyük sorunlar çıkarmaya çok hazır, kalemize de her an gelecekmiş
gibi pusuda oynuyorlardı. İkinci yarıda
onları iyice geriye ittik. Beşli defanslarını
yüksek toplarla aşamıyorduk. Yerden de
denemelerimiz kötü seçimlerle
geçti. Sonra bir hata geldi. Çıkış
anındaki bir top kaybı, defans arkasına
atılan yüksek top, kaleci ile stoperin birbirini
bozması ve Cenk Tosun'un boş kaleye topu
tamamlaması. 90. dakikada gelen galibiyet golüyle, bütün
duvarları yıktık aslında. Sakatlıktan yeni çıkan, kendi takımında
oynayamayan, maç eksiğini cebinde taşımasına rağmen, iddiasını ve
yüreğini sakınmayan bir takımımız var. Onlara bazen
kızıyoruz ama, gerçekten de kötü oynarken
bile en iyisi için sürekli
uğraşıyorlar.