SON yıllarda “darbe kuşkusu” dile getirenlere “Artık olmaz öyle
şey” cevabını veriyordum.
Bunun nedeni, asker içinde “maceracıların çıkabileceği” ihtimalini
kafamda “sıfırlamak” gibi bir “naiflik” değildi.
Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda Başbakan olan merhum İsmet
İnönü’nün “Her garnizonda bir iki masada ihtilal konuşulur” sözleri
kafamda iz bırakmıştır.
İsmet Paşa “Bunlar genç subay heyecanlarıdır. Zamanla geçer” diye
ilave etmişti.
Ama...
“Zamanla bu geçmeyenlerin, darbe yaptıklarının, darbe girişiminde
tıkandıklarının” acı örneklerini yaşadım.
27 Mayıs 1960, çoğu genç subayların örgütlenmesiydi.
Aralarında birkaç albay vardı.
Generaller, ihtilal başarılı olduktan sonra dahil edilmişlerdi.
Tam bir “asker ocağı bozulmasıydı.”
“İhtilalci MBK (Milli Birlik Komitesi) üyesi bir üsteğmenin, bir
yüzbaşının generallerin önünde yürüdüğü” bir devirdi.
.....................
Seçimlere gidildi.
MBK üyelerine “hayat boyu senatörlük” verildi.
Yeni ihtilal girişimlerine karşı “caydırıcı” olur diye düşünülerek
oluşan koalisyon hükümetinde İsmet Paşa (İnönü) Başbakan’dı.
Ama...
Bu kez de asker içinde MBK’nın işlevini “Silahlı Kuvvetler Birliği”
adlı örgütlenme almıştı.
Hükümetin ve Meclis’in üzerinde bu örgütün “vesayeti” vardı.
.....................
Yetmedi...
Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir ve ona bağlı askerler “22
Şubat darbe girişimini” başlattılar.
İsmet Paşa karşılarına dikildi.
“Teslim olmaları şartıyla, Meclis adına af” sözü verdi.
Kalkışımı bastırdı.
Ancak...
Aydemir bu kez de 21 Mayıs darbe girişiminin başındaydı.
Gene, bastırıldı.
Girişimin ikinci adamı Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte Aydemir
idam edildi.
........................
TSK artık maceracılardan arınmıştı.
Ne var ki bu kez darbelerin “emir ve komuta zinciri içinde”
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının (Jandarma Komutanı
dahil) müdahalesi geleneği başladı.
12 Mart ve 12 Eylül bunların örnekleridir.
12 Eylül 1980’den itibaren aradan 35 yılı aşkın süre geçtikten
sonra “28 Şubat” gibi, “e muhtıra” gibi namlunun devreye fiilen
girmediği müdahaleler dışında artık “Bu ülkede darbe olmaz” kanısı
yerleşmişti.
Yazının başında işaret ettiğim tavrım “darbelere ilke olarak karşı
oluşumun” yanı sıra, şairin “yolun yarısı” dediği “35 darbesiz
yılın” verdiği “güvenden” de kaynaklanıyordu.
Ve...
Şöyle de düşünüyordum:
“Teknoloji öylesine ilerledi ki bir Genelkurmay Başkanı
‘Kandil’dekilerin nefes alışlarını bile dinliyoruz’ diyebiliyor.
Böylesine bir elektronik kulaklar ağına takılmadan, yüzlerce subay
nasıl örgütlenebilir, darbe planları tartışabilir, planlar yapıp
kuvvet komutanlıkları, Jandarma Komutanlığı birimlerine
ulaştırabilir?”
Hâlâ “düşündüklerimin doğru olduğu” kanısındayım.
Fakat...
Öyle bir şey öğrendim ki...
Bu mantık çöktü.
Öğrendiğim şey, “kışlalarda, garnizonlarda, karargâhlarda hiçbir
şekilde istihbarat yapılmadığı...”
Hem de yıllardır.
Ve MİT’e de bir Genelkurmay Başkanı’nın “kışla, garnizon, karargâh
içinde istihbarat yapılmaması” yazısını göndermiş olduğu...
Bunun şokunu yaşarken bir bilgi daha...
“Ne zaman bu istihbarat yapılabiliyordu ki?”
.......................
15 Temmuz darbe kalkışımının nasıl olup da böylesine rahat
örgütlenebildiğini artık anlayabiliyorum.
Bu boşluğu dolduracak çalışmaların yapılmakta olduğunu öğrenmek
“İzmir’in imbat rüzgârı” gibi hafiften rahatlatıcı.
Hâlâ “takiye ile TSK içinde kalabilmiş FETÖ’cülerin bir kalkışımda
daha bulunabilecekleri” uyarılarının yapılmasını kaygıyla ciddiye
almak gerekir.
.......................
Not: Bu “istihbarat” konusunda araştırmacı gazetecilik yapan
Abdülkadir Selvi ve Nagehan Alçı’nın yazılarını dikkatle izlemekte
fayda var