Söz konusu eğilimlerimizi oluşturan bir sürü faktör var elbet:
genetik miras, arkadaşlar, akrabalar, çevre, eğitim vs...
Baktığında, insan sadece temel biyolojik ihtiyaçlarını karşılayacak
isteklerle geliyor dünyaya, bir de birkaç bedenlik hayat
tecrübesiyle... Her yeniden doğuşunda zihni sıfır olsa da ruhu bu
deneyimlerin ağırlığını taşıyor. Üstü sihirli bir dokunuşla
kapanmış belleğinde taşıdıklarını pek az insan hatırlıyor.
Derinlerde bir yerlerde hissedebiliyor sadece. Bütün talepleri
sonradan oluşuyor;
sahip olma duygusu, haklı çıkma isteği, üstün olma fikri, beğenilme
arzusu yaşarken peydah oluyor başına. Önce içine doğduğu topluma
ait inançların baskılarını hissediyor üstünde. Paralelde yine o
toplumun ahlâka uygun kabul ettiği eğitim methoduyla işleniyor.
Ancak her insanın bütün bu dayatmalara verdiği cevap başka oluyor.
Kimisi ne varsa geçmiş hayatlarından getirdiği, bu yeni bilgilerle
harmanlıyor, kimisi unutup bildiği her şeyi, ne duyarsa kelimesi
kelimesine kabul ediyor... Pek azı akıl ve vicdan süzgecinden
geçiriyor duyduklarını. Kimisi ne yapması kimisi ne yapmaması
gerektiğini öğreniyor aynı verilerden. Aynısını alıyor herkes, gel
gör ki herkesin başka işine yarıyor nefes. Kimi insanlığın ve tüm
canlıların faydasına tüketiyor soluduğu oksijeni kimi sadece
karbondioksite çeviriyor. Bütün bu eğitim öğretim sürecinin sonunda
herkes için oluşan binlerce yol var elbet. Elindeki imkânlar,
yetenekleri, çevresi, ailesinin ekonomik ve sosyokültürel durumu,
yaşadığı yer, okuduğu okullar gibi çok sayıda kriter, gideceği
yolun oluşmasında hatırı sayılır birer etken oluyor. Ancak hangi
yola giderse gitsin insanın kaybetmemesi gereken bir denge var.
Mesela arzularının olması kadar normal şey yok, eğer sınırı
vicdansa. Sevmesi...