Yorgun bir İstanbul günüydü. Her güne İstanbul adını vermem. Ama
İstanbul'un değişik yerlerinde bir vesile ile dolaştıktan sonra
üzerime sinmiş olan hayal kırıklığının inşa ettiği tükenmiş
akşamlara, yorgun İstanbul akşamları adını takarım genellikle.
Böylece içime çekilişimi, kopmak istemediğim sükûtumu izah etme
yükümlülüğünden kurtulurum.
İzah etmek insanı yorar.
Dostlarımızın yanında izahsız yaşarız. Ne ki dost bildiklerimiz
artık uzaktır. Evvel göçenler vardır aralarında, yerine erken
yerleşenler ya da bir hastalığın pençesinde günü güne eklemekte
zorlananlar...
Ayşe Özel aramızdan ayrılalı bir yıl olmuş. 365 gün. 52 hafta.
İnsan bir dostunu kaybedince, bazı kelimelerini, bazı hayat
sahnelerini de kaybediyor. Tam bir şey anlatacak oluyorsunuz sonra
birden hatırlıyorsunuz o artık bu âleme ait değil.
Cep telefonuma düşen mesaj, 10 Nisan'da Ayşe Özel için hatim töreni
olduğunu haber veriyordu. Mesajı okuya okuya yürüdüm Marmaray'dan
Kartal Metrosuna doğru. Bir yıl dedim. Bir yıl.
Kimi görsem biraz sana benziyor duygusuyla mı yürüyordum,
dalgınlığımın rengi beni herkes için bildik bir hikâyeye
dönüştürüyordu. Bilmiyorum.
Kartal Metrosuna bindim. Akşamın bu saati boş idi. Tam karşımda
oturan hanım uzun uzun baktı. Bakışını parantez içine aldım.
Elimdeki kitap okuyucunun ekranında kendimi henüz sabitlememiştim
ki, bu defa tebessüm etti. Tebessüm sadakadır. Aldım kabul ettim.
Kitap okuyucumun ekranından Huzur'un satırlarında kaybolmaya
hazırlanırken karşımda tebessüm eden hanım ayağa kalkıp yanımdaki
boşluğa gelip yerleşti. O an eyvah dedim.
Eve gitmeden kitabın satırlarında kaybolmak istiyorum. Kaybolup
dinlenmek, arınmak.
Benim kendisini hatırladığımdan emin, biliyor musun, dedi Hatice
inzivaya çekilmiş.
O sıra Huzur'da Mümtaz'ın Nuran'a bestekâr Tab'ı Mustafa Efendi'yi
anlatışını okuyordum. Huzur'u ilk gençlik yıllarımda “kendimi
bulmak için” okurdum. Şimdi Huzur'u, gençliğimi hatırlamak için
okuyorum. Kanlıca'nın tepelerinde Tab'ı Mustafa Efendi üzerine
konuşmuştuk. Tarih öğrencisi olan Z. onun o kadar güzel bestesinden
sonra ömrünün sonunu küskün bir münzevi olarak geçirdiğini
söylemişti. A. ile ben felsefe öğrencisi idik ve Gazzali'nin
kürsüsünü terk ederek inzivaya çekilmiş olduğunu henüz öğrenmiştik.
Yağmurlu ve soğuk bir sonbahar akşamında 12. Yüzyılın inzivası ile
18. Yüzyılın inzivasının neye benzediğini konuşmuştuk. Gazzali'nin
inzivasını “metafizik ürperti” üzerinden anlamaya hazırdık. Bu
hazırlığın yolunu elbette hocamıza borçlu idik. Ama Z., sanatçının
küsme hakkından bahsediyordu. Dede Efendi Hac yoluna düşmüş, Tab'ı
Mustafa Efendi Galata'daki evine kapanmış...
Sanatçı ne zaman küser?